Pages

13 Kasım 2010 Cumartesi

Tik Tak Tik Tak*

Tamam şimdi nefes al, dur ama önce bekle, derin bir nefes al ardından...
Olan oldu, söylenecekler söylendi, kazanılabilinecek savaşlar kaybedildi ve bitti işte kavgan.
Kaybedilecek ne kaldı diye isyan ederken sen, unutma ki nefes alıyorsun  hala...
Yoruyor, sıkıyor tamam kabullen artık iniş yok bu defa, hep çıkış uzun uzun önündeki.
Kabullenip olduğu gibi gerçeğini hayatın, gökyüzüne bakabilirsen başını kaldırıp yalnızca kısacık bir an, tüm gücünle hazırsın kalbindeki aklındaki prangaları kırıp bu defa koşar adım ilerlemeye.
Oysa nasıl da kısa zaman, nasıl da hızla geçip gidiyor günler, farkettiğin o an şimdi  intikam sırası sende demektir, senden aldığı her şeyin bedelini ödetmek için...
Yeni başlangıçlar olacak her zaman, kimini seveceksin kimi can yakacak.
Kimi beraberinde onlarcasını götürecek hayatından,
Kimi onlarcasıyla gelecek...
Sen gülerken de sızlayabilecek kalbin, sen ağlarken de atabilecek kalbin delicesine heyecanla... Hep bitmeyecek söylenecekler, hep suskun kalmayacak böyle tüm sesler.
Bitip yeniden başlayacak, yeniden yine... Dipten en tepeye ya da tepeden en dibe.
Öyle ya da böyle, şimdi ya da sonra.
Ne farkeder, değişecek her şey, değiştireceksin akışı, kan revan içinde de kalsan sen siyahla beyaz içinde gri olacaksın belki. Herkes dudak bükecek karışıklığına, belirsizliğine ama sen dimdik duracaksın griliğinle inançla içindeki sana.
Durma şimdi, sonra bekleyecek duraklar da olacak bir yerlerde. Şimdi,tam da bu anda, kapının önüne koyup içinden söküp aldığın o korkağı, olabildiğince uzağa bir daha aynı yere dönmemek üzere daha da uzağa git ama hemen bekleme yapmadan...

6 Kasım 2010 Cumartesi

İçimde, hayatımda bir inanç*

Bu kaçıncı kandırılışı çocuk sevinçlerin...
Kaç defa daha kendi kaderine terk edilecekler...
Yoruldu artık, görmüyor musun yoruldu artık. Sen kaçarken köşe bucak, hep başkalarına yetişmek için acele ederken durmaksızın yalnız bıraktıkların gitgide geride kalıyor, zamanın bile gerisinde.
Varlığına inandırılmıştık oysa biz, koşulsuz sorgulamadan sevmekti bu, inanmaktı orada bir yerde olduğuna.
Büyüklerden, kitaptan dinleyip öylece  kabullenmekti varlığını. Aslında cevap ararken mucizelere peşi sıra verilen cevaptın sen,  kim bilir belki de bu yüzden anlamsız değildi kabullenmek.
Kaç gece aradım seni, ne aradığımı bilmeden seni aradım.
Kaç gecedir ben seni sordum hep bir kere de mi duymadın sesimi? Hiç mi hissetmedin sana nasıl da ihtiyacım olduğunu?
Yine mi sınamaktı amacın sabrımı, gücümü, nereye kadar dayanabileceğimi? Daha kaç defa geçmem gerekti o yollardan, kaç kere söyle kaç kere kaybetmek zorundayım içimdeki mutluluğu?
Yetmedi mi sanki, delik deşik olsam da ayakta kalışımlar, yetmedi mi  her kaybolduğum karanlıktan çıkıp diğerine düşüşlerim?
Oysa hep yanımdaydın sen, biz ne zaman ayrıldık böyle bambaşka yollara hatırlamıyorum.
Her defasında sen varken yolun diğer ucunda şimdi hep yalnızım ben.
Gördüğüm herkese seni sorsam da ya tanımıyorlar seni, ya da anlatamıyorlar bir türlü gizlendiğin yeri...
Yorulduk biz, çok yorulduk artık.
Ya şimdi gel, değiştir her şeyi bir dokunuşunla ya da kal orada her neredeyse orada.
Ya şimdi sil tüm yorgunluğunu zamanın ya da git gelme hiç yeniden yanıbaşıma. Gelirsen alışırım çünkü, bilirsin tutunurum sana bırakmamacasına ve gidersen eğer, bırakırsan yine yeniden ayağa kalkamam bu defa. İyisi mi gideceksen hiç gelme bir daha.
Alıştım nasılsa, bundan sonra hep yokuş olsa da yollar yürürüm ben öyle ya da böyle...

31 Ekim 2010 Pazar

Asıl Gerçek*

Karşılık beklediğin kadar yanılıyorsun aslında. Beklentilerle sarmaladığında yapacaklarını, ardısıra gelen hayal kırıklığı bir parça daha fazla oluyor çoğu zaman.
İyisi mi karşılıksız seveceksin bu hayatta. Karşılıksız, beklentisiz...
Sonunu düşünmeden düşüneceksin sen.
Bir parça karmaşık olsa da yol, sonu mutluluğa çıkan tek yön...
Düşündüğün kadar düşünülmezsen eğer huzurlu olsun yüreğin.
Bir yerlerde, birileri düşünüyordur mutlaka.
O tam düşmeye yakın anda birileri elini tutmak için mutlaka oradadırlar aslında.
Görmek istersen eğer, uzağa değil yakınına bak bu defa. Tam omzunun hemen yanına.
Oradadır birileri mutlaka.
Karşılıksız, beklentisiz sevenlerden birileri...

Hani uyuyamadığın, rüyaların kabusa dönüştüğü o gecelerin sabahında habersiz, sessiz kaldığın olur ya, inadına daha çok merak edersin sen, saatleri sayarsın bir bir güneşi batırır ayı karşılarsın. Ay gider, güneş gelir... Zaman geçer işte öyle, bir yerlerde daha kolay seninkinin aksine. Yapma, bekleme ne saatleri ne de sesleri.
Oradalar çünkü, beklediklerin sana elini uzatanlar hemen yanıbaşındalar. Çığlıkların onlarca yüzlerce metre uzaklıkta olsa duyacaklar inan. Pencere önünde saatleri tükettiğin her gecenin devamında gelecek haberleri, çok da beklemeye gerek kalmadan aslında.Yakınken uzak olmayacaklar sana, ya da sen yakın derken aslında zaten uzaklarda olanlardan olmayacaklar asla. Hep yanıbaşında, hep seninle hep oldukları yerde kalacaklar. Tutun onlara, hiç bırakmayacakmış gibi tutun. Ama unutmadan düşünmemeyi, şüphe etmemeyi, beklememeyi, ummamayı. Sadece koşulsuz arkalarında dur, şartsız yollarına düş... Hep aynı yere çıkacak onlarla yollar. Hep hayatın aynı yerinde karşılaşaksın onlarla.
Gerçek sandıkların yalan çıktığında sen yine asıl gerçekliğine koşacaksın yaşamının...
Beklentisiz, karşılıksız ama hep öyle ya da böyle  karşılıklı...

28 Ekim 2010 Perşembe

Anılar*

Farkında olmadan ne çok anı biriktiriyor insan. Farklı yüzlere, farklı kalplere ait onlarcası içinde. Onlarcası en derininde...
Varlıkları silinip de uzağına düşünce gözler, saklandıkları yerden çıkıveriyor anılar... Sinsice, çoğu zaman acımasızca. Neydi ki günahın, böylesine zor bir bedel ödemek zorunda kalbin? Her defasında bir daha bir daha canı yanarak.

Nasıl da zehirlidir her bir anı. Bir kere girdi mi vücuduna, adım adım ilerler damarlarında. Ta ki en derinine yerleşene kadar. Seni en zayıf noktasından kalbinin ele geçirene kadar. Sonra anlam yükler her dokunduğu şeye. Yarı sarhoş yürüdüğün o yolda, kısacık bir an da olsa karşılaştığın o köşe başlarında, dakikalarca oturup konuştuğun, bakıştığın, gülümsediğin ağladığın banklarda, geçmişte adım attığın her köşesinde şehrin birer birer iz bırakıp, silinmez anlamlar yükler her birine.
Anılar zordur, ne yok edebilirsiniz onları ne de yaşatabilirsiniz özgürce kimi zaman. Tutsakları da vardır, yasakları da. Mutluları da vardır, öfkelileri de. Senden, sizden, kazanılan kaybedilenden, alınan verilenden, yaşatılan öldürülenden bir parça saklar içinde. Gizliden gizliye büyütür zamanla.

Dönüşü olmayan yollara girer ya insan bazen, tek yol ileriyi gösterir öyle anlarında zamanın gizlendiği yerden düşmanca çıkar anılar. Hani o izleri var ya, sen bilmeden bıraktığı şimdi nereye adım atsa ayakların oraya sürüklenir bedenin. Nereye dönse başın oraya hapsolur gözlerin. Tesadüf bu ya nerede gizlenmişse izleri onları takip eder yüreğin, sakin yanacağından habersizmiş gibi...
Kaldıramaz, taşıyamazsın bazen anıları.

Ağır gelecekmiş gibi hissederse yüreğin bir gün, vücuda girmeden yok olmaz virüsü ardına bakmaksızın uzaklaş oradan. Gidebildiğin kadar uzağa, en uzağa...
Bir kere hissederse kalbinden gelen dayanılmaz arzuyu ele geçirmek için önüne kattığı her şeyi yakar geçer gider, acımadan...
O kazanmadan, sen yen önce.
Güçlü olabildiğin kadar özgürsün anıların karşısında...
Yık, daha en başında, o var etmeden yık!

15 Ekim 2010 Cuma

*Geç

İmkansıza dair tonlarca hikaye dinleriz çoğu zaman. Kavuşulamayana, anlaşılamayan, vazgeçilene unutulana dair şarkılar, filmler, kitaplar...
Dibi görünen rakı şişelerinin devrildiği masanın sonu hep aynı kırık hikayelere tanık.
Ne çok insan biriktirmiştir keşkelerin kırıntılarını içinde. Ne çok insan şimdi elimde olsa da geri dönsemle başlayan cümlelerle pişmanlığı haykırıp çaresizliğe teslim olmuştur.
Ve kim bilir daha kaç kişi için gece üç beş nöbetleriyle sonlanacak hikayenin sonu...
Kürşat Başar'dan Başucumda Müzik adlı kitabı okudum geçtiğimiz günlerde.
Okumadım da adeta içine girdim hikayenin hikayeyi gerçek yaptım gerçeği hikaye.
Sayfalar tükenip de son bulunca hikaye, düşündüm, ya ben yazsaydım, ben anlatacak olsaydım o küçük kızın bisikletinden düştüğü anda başlayıp koskoca bir hayatı feda ettiği hikayeyi?
Bir solukta okuduğum o mektuplardan birini ben yazsaydım mesela;


 Eylül,

Günlerdir haber alamıyorum senden. Ne de alışmışım oysa. Yüreğim ağzımda, telefonun başında, sanki o yana bakmazsam çalarmışçasına çocukça inançlarla, duvar kağıdının her köşesini ezberlediğim gecelere, sabahlara... Ne çok alışmışım geceyi sabah sabahı gece yapmaya...
Şimdi sesin yok buralarda. Öylesine derin, öylesine can yakan bir sessizlik etrafta. Ara ara birileri konuşuyor yanı başımda oysa ben bir tek seni duyuyormuşum, bir tek senin kelimelerini anlıyormuşum yalnızca dudaklarına bakıp...
Hatırlıyor musun, gitme demiştim sana. Bir adım öteye bile gitme demiştim... Orada, hep olduğun yerde, en yakınımda yanı başımda kal demiştim. Söz vermiştin sen de bana, inanmıştım.
Küçüktüm ben, yürüdüğün yola yetişemeyecek kadar küçük. İlk kez düştüğümde ayaklarının ucuna kızarmıştı yanaklarım utançla. Gözlerine bakmak istemiştim de başaramamıştım önce. Sonra sen dikilip de karşıma, gözlerin gözlerimde, bakmıştım o anda, en derine, gözbebeklerine oradan tüm kalbine. Yaşam vardı orada, ezberim bozulmuştu benim unutmuştum tüm gerçekleğimi. Yalnız senin gerçeğin vardı artık. Yalnız sen vardın...
Gözlerin... Kısa derin çizgilerle altını çizili gözlerin... Küçüktüm ben, nasıl kapılıp gitmezdim söyle, gerçeği bulduğum o derinliğe. En başından bilmiyor  muydun  yanacağımı, en başından bilmiyordun gerçeğinde kaybolacağımı...
Uçurumdan atlarsa insan uzun sürmez boşluğa düşüşü. Üç mü beş mi 10 mu? En fazla kaç saniye alır sonsuza ulaşması? Benimki çok uzun zaman aldı. İçimdeki savaşlardan mı ayağımdaki prangalardan mı bilinmez çok uzun zaman aldı yere çakılıp da uykumdan uyanmam.
Uyandığımda yoktun sen, bunu da biliyordun elbette...
İzin verirler miydi? Esaretimden vazgeçip de geldiğimde sana, hazırım dediğimde umutla sen aynı esaretin içindeydin ya hani yıkılmadım o zaman da. Ah bu içimdeki bitmez umut öylesine sarmış ki tüm benliğimi yıkılmadım işte... Biter sandım, biter gider... Olur sandım, rüyalar gerçek olur sandım...
Zordu karar vermek, o küçük kızın büyümesi için çok zaman geçmesi gerekti. Kime anlatırdım ki bir mevsimde büyüdüğümü, bir mevsimde ruhumun nasıl da yaşlandığını...
Utancın tüm bedenime yayıldığı o anda, yanaklarım alev alev yanarken ve sen meydan okur bir edayla karşımda dikilip düştüğüm yerden beni kaldırmak için elini uzatırken, o an karar vermiştim ben, gözünde bir ışık olmaya. Baktığında bana, gözlerinin içini güldürmeye...
Zaman yetmez derdin hep, korkardın belki de. Zincirinden çıkıp kaderin birleştirsek yollarımızı kalır mıydık bir arada sorardın hep. O zaman veremezdik de cevapları, şimdi keşke hiç öğrenmeseydim diyorum o cevapları...
Hep aynı saatlerde uyanıyorum şimdilerde. Sanki sözleşmişçesine aynı saatlerde. Hep aynı yerde gözlerim, dedim ya çocukça umutlarla besliyorum yüreğimi. "Çocuk, özledim seni" derdin bazen, tarifi zor bir güven dolardı önce içime. Öylesine çok anlam yüklerdim ki bu üç kelimeye. Baba gibi, abi gibi, dost gibi ama en çok sevgi gibi gelirdi bana...
Yaşanmışlıkları biriktirmiştin sen, benim daha sayfalarım bomboşken. Gözlerinin altındaki o çizgiler yaşlılıktan mı sanıyorsun sen, anıların yolları onlar. Her biri ayrı hatıralara çıkan sokaklar onlar. Dile gelseler konuşacaklarmış gibi bakarlar. Hatıraların onlarcasını biriktişmiştin sen... Bundandı belki de sana böylesine tutkum, anlam veremediğim zaafım. Yıllarca beslediğim çocuk hırsım...
Seninle yürüdüğüm sokaklardan yürüyorum şimdilerde, sanki hepsi yabancı bana. Köşeyi döndüğümde ne göreceğimi bilmiyormuş gibi yürüyorum o sokaklardan. Her sokağın sonu aynı hatıralara çıkıyor oysa. Sen gittiğinden beri seninle orada buluşuyorum ben, sokaklara kazınan hatıralarda...
Geceleri çoğu zaman kokunu özlüyorum uykumun arasında. Sanki az önce ayrılmışçasına sen yanı  başımdan, burnumun ucunda duyuyorum o bildik kokuyu. Derin derin çekiyorum içime. Zaman hep azdı bize, hep sınırlar vardı, hep gidelecek yerler, dönülecek evler... Şimdi anlıyorum ki hiç doyasıya içime çekememişim o kokuyu tıpkı doyasıya bakamadığım gözlerin gibi o da yarımmış anılarımda.
Ne çok severdim yüzüne bakmayı, en çok da sen uyurken. Sen hiç bilemedin ama, ezbere bilirdim yüzünü, saçlarınının bitip de hayranı olduğum o gözlerinin başladığı yeri, dudaklarını, dudaklarının bittiği yeri, sırf ben seviyorum diye kesmeye kıyamadığın sakalını. Sahi şimdi de öyle mi? Geçirdiğin yıllara inat çocuksu kıvrımını kaybetmeyen dudaklarını çevreleyen serseri sakalın, hiçbir zaman aynı yere bakamayan aceleci gözlerin, yaramazlık yaptığını haykıran tebessümün hala aynı mı? O bildik, o tutkunu olduğum yüz hala aynı mı?
Yoksun ya şimdi, ben tutunmaya çalışıyorum hayata.
Anlamam gerekenleri çoktan anlamış, kabullenmem gerekenleri kabullenmiş direniyorum ben.
Ömrümün dönüşü olmayan en zor yolundayım ben. O küçük kız hala içimde, bazen kollarınla sımsıkı sarmanı özlüyor sadece. Çoktan vazgeçtim kurulan tüm hayallerden, seninle yalnızca gerçeği yaşadım ben, gerçeğim bu defa da buysa eğer kabulüm...
Yeter ki kocaman yürekli adam sesini ver bana, devam edebilmek için, arkamda bırakıp adım atabilmek için sesini ver bana...



Ben böyle anlatırdım küçük kızla yıllarını tüketmiş adamın hikayesini...

14 Ekim 2010 Perşembe

*Karar

Düşünüyordu, gözlerini yerdeki siyah beyaz karolara dikmiş bir eli başında. Sanki dayanılmaz olan ağrısına son verecekmiş gibi sıkıyor hırsla alnını. Bir eli göğsünde, kim bilir belki de sızlayan kalbini sakinleştirmek amacı. Gözlerindeki çizgiler daha bir derin o anda. Güneş güne vedaya hazırlanırken son ışığını odaya, yorgun yüzüne gönderiyor adeta. Vuran ışıkla daha bir belirgin şimdi hüznü. Az önce tüketmişçesine gözyaşlarını hala ıslaktı çökmüş yanakları. Nasıl da haykırıyorlardı yılların ağırlığını avaz avaz...
Sessizlik... Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelen uzun sessizlik...
Duvardaki aile yadigarı saat, perdeler, koltuklar, duvarlar birlikte susuyorlardı bu defa. Sözleşmişçesine hep bir ağızdan susuyorlardı...
Yalnız nefesi duyuluyordu ara ara. Bir türlü yatışmazdı ya gücü kalmayınca daha fazla nefesi de yavaşladı aniden. Öylece yığıldı işte az sonra kalkacakmış gibi eğreti oturduğu ahşap sandalyeye. Akşama hazırlanırken şehir onun hazırlığı gelecek tüm güzel akşamları kaybetmeye...
Kabullenişler huzur getirir derler ya hani, çalkalanan kapkara deniz gibiydi içi. Karanlığında dalgaların yitip gitme korkusuyla çırpınıyordu kalbi çıkabilmek için savaşından...
Daha geç defa yırtıp her bir sayfayı yeni sayfalar açacaktı önüne? Kaç defa daha baştan başlamak üzere atacaktı adımlarını? Yetmemiş miydi her defasında yeni yollara vurmak kendini, yetmemiş miydi parçalanıp,her biri parçasını geçmişin ayrı köşelerinde yitirip gitmeleri?...
Ne beyaz ne siyah. Tüm sınırlarını tüm netliğini kaybetmişti şimdi.
Dayanılmaz olan ağrısı da dinmiyordu bir türlü, iki eliyle sıktı bu defa alnını, şakaklarını... Gözleri hala aynı noktada omuzları daha bir çökmüş...
Bir karar vermen gerekir ya bazen hızla, daha fazla vakit yoktur beklemeye. Geç kalacaksındır her şeye. Karar verme zamanıydı şimdi. Beklemek için, durmak için vakit yoktu daha fazla.
Ya vazgeçecekti her şeyden, kabullenip yenilgiyi, dönüp arkasını giden her şeyle birlikte gömülecekti karanlığa ya da zor olacağını bile bile fırtınanın içinde yürüyecekti korkusuzca.
Hangi gün geceye kavuşmadı ki hayatta?
Hangi bahar kışa bırakmadı yerini?
Hep böylesine şiddetli miydi rüzgar? Hep böylesine çıplak mıydı gölgesinde büyüdüğün ağacın yaprakları?
Daha önce sarmadı mı yaralarını zaman?
Geçmez mi,bitmez mi son bulmaz mı tersine tersine gidiş?
Yolun sonunda yok mudur bir ışık?
Kaldırdı gözlerini, sessizliğin dövdüğü duvarlarda gezdirdi önce sonra ayağa kalktı. Yıllardır oturuyordu sanki, beceriksiz birkaç adım attı pencereye doğru. Bir anlık kararsızlıktan sonra pencereyi açtı yavaşça.
Derin, çok derin bir nefes ardından.
Bir karar vermişti o an. Yüzüne vuran soğukla titredi hafifçe.
Silindi tüm griliği benliğinin.
Yürüyecekti, yolun sonunda ışığın olduğunu düşünerek inançla. Fırtınanın dineceğini düşünüp gemiyi terk etmeden korkusuzca...
Yelkovanla akrep hep aynı saati göstermez ki...

13 Ekim 2010 Çarşamba

*Bitti, gitti, yitirildi...

Seni, onu, beni anlatan bir mektup bu. Hayatlarımızda yalnızca bir defa da olsa bir yerlerde karşılaştığımız o tanıdık duygular... Anlatmanın zor olduğu anlar için...

Henüz vakit varken, kalan nefesleri de tüketmemiş, son kalanı da kaybetmemişken bir mektup yazmak istedim, sana ona herkese... Okuyacak birilerine ya da sadece birine...
Takvime ilişiyor gözüm, nasıl da hızla geçmiş zaman ilk günden bugüne. İlk darbeyi aldığımızdan bu yana kaç yaprak böyle savrulup gitti. Şimdi dönüp bakınca her saniyesini tüm ağırlığıyla tekrar tekrar yaşayabilmek öylesine garip ki. Halbuki derler ki alışır insan, nelere alışmıyor ki. Sabrını verir inandığın o güç, dayanırsın parça parça olsa da yüreğin. Derler ki ölümü bile taşır kalbin, en iyi ilaçtır zaman.
Ya geçen zaman öncekileri unutturup yenilerini seriyorsa önüne?...
Hiçbir şeye hazırlıklı olmamak... Olmazmış, yaşanmazmış sanmak. İçinde yaşadığın o korunaklı fanus kırıldığı anda hissettiğin o sızı. Anlatılmaz ki bu kıyım, nasıl kaybettiğin tebessümlerini, çocuk bakışlarının nasıl da fotoğraflarda bir hatıra olarak kaldığı.
Daha dün kapının önünde bebekleriyle oynayan kız sen değil miydin oysa?
Tek korkun elindeki şekerlemelerin hemen bitmesiydi belki, o çok sevdiğin siyah tokalı rugan ayakkabıların zarar görmesi belki de...
Ne zaman böyle büyüdün sen? O çizgiler hani sıkıldığında gözlerinin kenarında beliren o çizgiler ne zaman yerleştiler oraya? Böylesine ansızın mı oldu her şey. Geceden sabaha ne değişti buralarda.
Bitmez dediklerin bitmedi mi? Gitmez dediklerin gitti sen kalakalmadın mı öylece?
Anlatılmaz ki bu yaşanan...
Tanıdık öfkeler. Bir suçlu aramak ne kadar kolay oysa. Sen yaptın, o yaptı biz yaptık... Olan oldu işte yıkıldı kumdan kaleler... Sen büyüdün artık. Bir gecede büyümek zorunda bırakıldın sen. Ölüme bile alıştıran zaman seni her defasında bir parça daha azaltarak alıştırmadı olanlara, izin vermedi yüreğinin taşlaşmasına. Bir türlü güçlü olamadı yüreğin senin. Zaman izin vermedi buna.
Ayaktaydık oysa, herkes gibi ayakta. Nefes alıyorduk çünkü hala. O son nefes çıkmadıkça içimizden ayakta kalmak zorundaydık. Bir tiyatro oyunu başladı ardından. Sahne senin. Roller dağıtılmış bir bir sorgusuz, sualsiz. Gül dediler, konuş. Ağlama dediler, hayır kalk ayağa. Sahne senin, oynuyorsun işte perdenin ne zaman kapanacağını bilmeden.
Tek tek yitirdin her şeyi. Hani belki bir anda vursa yüreğini daha kolay olurdu kabullenmesi.
Oysa alışmışlıklar vardı orada, hatıralar, çocukluğun gençliğin... Seni sen yapanları yitirirsen, birileri çekip alırsan elinden tüm anılarını ne kalır ki senden geriye? Küçük fotoğraf karelerine sığdırılmış, neye yarar? Dört duvarında kahkahalarını, gözyaşlarını, kavganı, sevgini, acını sırrını bıraktığın, "sen" olanı elinden alırlarsa söyle neye yarar? Kimse söylememişti oysa, bir gün beklemediğin anda ayağın kayabilir diye, beklemediğin anda tüm bedenin sarsılırken hıçkırıklarla hiçbir sözcükle tarif edemezsin yaşadığını, gözlerin çaresizliği haykırır diye...
Bilseydik belki böyle acıtmazdı yitirilenler... Öylece gidiyor hepsi bir bir, ardından bakıp yalnızca veda edebiliyorsun içten içe bir öfkeyle. Her şeyi bir oyun sandığın o zamandan bu zamana değişti çok şey. Aslında oyundan çok bir savaş olduğunu anladığın gün sen de hazırdın artık kuşanıp cesaretinle inancını ardı ardına göğsüne darbe yemeye.
Ama şimdi koskoca meydanın ortasında kan revan içinde ayağa kalkmaya çabalarken, savaşın hiç bitmeyeceğini anlatan o uğultu kulaklarımda. Uzakta bir yerlerde hala devam ediyor savaş ve gitgide yaklaşıyor uğultu. Seyirciler var bir de. Onlar için her şey yine de bir oyun. Kimi havaya yayılan bu acının kasvetinden dem vuruyor, kimi birilerini delik deşik eden acıya, yenilgiye alkış tutuyor.
Gecenin bir yarısı uyandığın kabus gibi bitiverecek sanıyorsun, şimdi uyanıp karanlığın içinden ışığa bakacak gözlerin sanıyorsun. Oysa zamanı belirsiz bir kabusun içinde olmak gibi her şey. Gözlerin ışığa bakamıyor uyanıp da. Derin bir oh çekip rüyaymış diyemiyor dilin... Sıkışıp kaldığın karanlığın içinde birileri bir şeyler sana yolu gösterecek diye bilmediğin yollarında kayboluyorsun zamanın. Hiç bilmediğin sokaklara girip ışığı arıyorsun sen... Sesler geliyor bir yerlerden, duyuyorsun aslında oysa ne kadar da uzaktalar. Koşuyorsun sen bilmediğin yollarında zamanın...
Ve oyununu oynuyorsun, gül diyorlar, durma koş diyorlar... Perdenin kapanacağı anı oyuncular bilmiyor bu defa. Sen yalnızca oynuyorsun...

29 Eylül 2010 Çarşamba

Lüks Okuma Keyfi İçin Bir Şey

"Robb Report"



Lüks Yeniden Yorumlanıyor sloganıyla yola çıkan yeni bir dergi Robb Report,


32 yıllık bir geçmişe sahip Türkiye'ye Doğan Yayıncılık tarafından getirildi.


Tamamen lüks tüketime yönelik. Türkiye'de bu anlamda bir ilk sayılabilir. Hitap ettiği kesim bir hayli üst tabaka diyebiliriz.


Künyesine bakacak olursak,


Erman Yerdelen
Doğuş Grubu İletişim Yayıncılık ve Ticaret A.Ş.’yi temsilen Yönetim Kurulu Başkanı ve İmtiyaz Sahibi
Doğuş Yayın Grubu

Cem Aydın

Genel Müdür
Görkem Yaşayan
Genel Müdür Yardımcısı (Operasyon)

Ateş İnce
Genel Müdür Yardımcısı (Reklam Satış)
Ahmet İren
Genel Müdür Yardımcısı (Mali İşler)
REKLAM
Zeynep Özdemir Reklam Satış Direktörü 
Mehveş Turfan Reklam Satış Koordinatörü 
Banu Acar Reklam Satış Koordinatörü 
Funda Turan Reklam Satış Grup Müdürü
Dilhan Çekiçer Reklam Satış Müdürü
Mehmet Gökme Stratejik Planlama Müdürü
Şebnem Düzcü Rezervasyon Müdürü
Tel: 0212 335 48 65, Faks: 0212 330 00 55

Mustafa Çardak Teknik Sorumlu Tel: 0212 335 44 04
PAZARLAMA 
Seçil Gökkaya Pazarlama Müdürü
Çağdaş Balibeyoğlu
Abonelik için: 0212 304 00 44
uye@robbreport.com.tr
DIŞ İLİŞKİLER
Özgür Akhan
ÜRETİM PLANLAMA
Yakup Akyıldırım
DAĞITIM SATIŞ
Özgür Yüksel Karasu
TANITIM PRODÜKSİYON
Özgüç Yiğit
YAYIN TÜRÜ
Aylık yaygın süreli yayın





Neyyire Özkan 
Doğuş Dergi Grubu Genel Yönetmeni
Ali Kiremitçioğlu 
Dergi Grubu Danışmanı
Eray Özer 
Yayın Koordinatörü 

Şebnem Denktaş 
Yayın Yönetmeni
Yazı İşleri 
Deniz Gökçe İnceoğlu Yazı İşleri Müdürü
Gülay Koç Editör
Burcu Sever (Sorumlu Müdür) 

Tasarım ve Uygulama
Kemal Toğanç Görsel Yönetmen
Yönetim Yeri
Doğuş Grubu İletişim
Yayıncılık ve Tic. A.Ş. Maslak Mahallesi G45 Ahi Evran Polaris Caddesi Dogus Power Center No: 4 Maslak-Sisli ISTANBUL Tel:0212 304 00 44
Basım Yeri 
Promat Basım Sanayi ve Ticaret A.Ş.
Evren Mahallesi, Evren 1 Oto Sanayi Sitesi
Yanıi Esenyurt İstanbul
Tel: (212) 690 63 63
LİSANS SAHİBİ
CurtCo Robb Media, LLC
Heather Cliff Rd. Suite 200, Malibu, CA 90265


TÜRKİYE LİSANS SAHİBİ
Doğuş Grubu İletişim Yayıncılık ve Tic. A.Ş.
Eski Büyükdere Cad. USO Center No: 61 Maslak 34398 İstanbul
Tel: (212) 335 00 00
Faks: (212) 346 30 00

Dergide yer alan haberler kategorileri ayrılarak verilmiş. Mücevher, mobilya, koleksiyon, otel bu kategorilerden yalnızca bazıları.
Lüks tüketime hitap etmesinden midir bilinmez derginin fiyatı 15TL . Eğer AMEX Platinum kartınız varsa ücretsiz olarak size yollanır.
Nasıl bir şeymiş görelim dedim aldım. Açıkçası tam bir hayal kırıklığı oldu benim için. İçeriği çok ama çok zayıf. Meraklılarına hitap edecek yazılara yer vermişler ancak ne kadar tatmin edici tartışılır.
Lüksü bir hayat tarzı haline getirenler için aslında biçilmiş kaftan. Her bir kategoride size yeni lüks seçenekler sunacak bir rehber diyebiliriz.
Bir daha alır mıyım? Hiç sanmıyorum.
Yine de ne var ne yok diye bir kere alıp okuyabilirsiniz :)


20 Eylül 2010 Pazartesi

Kitaplığa Yeni Bir Misafir

Kitabın Adı: Ekmek Arası

Yazar: Charles Bukowski

Yayınevi: Metis

Kitap Hakkında: Bukowski'den ailesine, çocukluğuna, lise yıllarına vesaireye dair...

Diyor kitabın arkasında, benimse söyleyecek daha fazla şeyim var;







Daha önce farkında değildim Bukowski'nin. Okuyorum diye geçinirdim de bilmediğim, kelimelerine dokunmadığım, anlattıklarını beynimde kalbimde yaşatmadığım biri daha vardı işte karşımda. Sıcağın fazlasıyla rahatsız edici olduğu mevsimde, aylardan temmuz, "Onun" sayesinde öğrendim; Charles Bukowski... Öfkeli, içkiyi kadınları, küfürü seviyor diye yargılanan oysa içinden geldiği gibi, olduğu gibi, başkaları için değil kendi için yaşıyor diye alkışlanmayan.

Önce şiirlerini okudum. Her bir satır saldırgan geldi bana, fazlasıyla dürüst, fazlasıyla gerçek fazlasıyla yaşayan kelimeler. Ama sevdim, okudukça daha fazla tanımak istedim onu.

Bir akşam okumadığım için yediğim azardan sonra artık sıra Ekmek Arası'ndaydı.
Hoş o akşamın üzerinden hayli zaman geçmişti, zaman bu zamandı belki de. Herşeyi bir kadere bağladığımdan mıdır bilinmez bana iyi geldiğini hissettiğim bir zamanda başlamıştım okumaya.

Henry, onun hikayesi anlatılan. Çocukluğu, gençliği, okul yılları...
Daha ilk sayfalarda sizi alıp götüren bir dille karşılaşıyorsunuz. Sürükleyici ve yalın. Gerçek ve sizin gibi Henry.
Birçok çocuğun sokaktan eve girmek bilmediği yaşlarda onun canı yanıyor dört duvar arasında.
Daha ilk yıllarında okulun ayağına dolanıyor hayatın acımasızlığı.
Büyüyor o, evde acıyla, okulda ayakta kalma savaşıyla, içte yenilgilerle, kırgınlıklarla,  öfkeyle, inadına bir güçle.
Gün geçtikçe bileniyor o, hayata karşı, canını yakanlara karşı, üzerine basmaya çabalayanlara karşı.
Gün gelip de kalbindeki öfke güce dönüşünce ansızın bu defa can yakıyor, bu defa o acımasızlığı saçıyor etrafına.

Her bir satırda öfkeniliyorsunuz sanki, arkasını sıvazlamak istiyorsunuz bazen ya da karşınızda olsa da sımsıkı sarılsanız ne de gerçek geliyor herşey okurken.

Yaşarken öylece umursamaz, kendi hayatlarımıza gömülü kıyıda kalmışlıklar var bu satırlarda, görmediğimiz duymadığımız hayatlara bir ayna bu kitap.

Bambaşka sonlar yakıştırdım okudukça, sonuna yaklaştıkça kitabın toz pembe bir son çizdim kendimce oysa son sayfasında hikayenin herşey kocaman bir soru işaretiyle sonlanıyor önünüzde.
Daha devam etsin istiyorsunuz, böyle bitsin istemiyorsunuz bu öfke bu savaş bu talihsiz gidiş.

Sizi içine alıp hikayeye dahil eden bir kitap Ekmek Arası. Geç olmadan, hemen okunası. Bukowski'ye bir parça yaklaşmak için bir küçük yol sadece...

17 Eylül 2010 Cuma

Yalan*

Arkadaşım olabilir misin? Ya dostum, demek istediğim bana benden yakın olabilir misin?
Gecenin bir vakti yüreğimi sıkan o sıkıntılara ortak olabilir mi yüreğin? Gerçekten tutabilir misin ki elimi? Kandırıyor mu yoksa yürekler kendilerini... Koca bir yalan mı hayat yoksa...
Elimden kayıp gidiyor birşeyler ve ben dur diyemiyorum.
Önceleri sesimi kaybettim ben. Avaz avaz bağırdılar yüzüme, acımadan... Bazen o kadar can yaktı ki, sessizliğin bile çığlık olduğu anlar öylesine ağır geldi ki bedenime ezildim altında. Bin parça olana kadar sustum ben, kelimelerimi yitirdim an be an. Gömüldüm sessizliğime, ne karşı geldim ne de onayladım aslında. Sustum sadece, belki de en zoru buydu benliğimi saran...
Duygularım kayboldular ardından. Bir sabah uyandığımda, çoktan yok olmuşlardı. Oysa ihtiyacım vardı onlara. Öfkelenmek istiyordum, dur demek istiyordum bu pervasızca gidişe. Neye yarardım ki duygularım da olmadan. Artık nasıl ilerlerdim yolumda kelimelerimden yoksun, duygularımdan uzak...
Gitgide daha da gömüldüm karanlığa. Ben gün geçtikçe başkalaştım da farketmediler. An be an bir başkası oldum da anlamadılar...
Konuşamadım ki, anlatamadım içimde olanları. Geçen zamanın bir köşesinde yitirmiştim herşeyimi.
Yara aldım ben hatırlayamadığım bir anında geçmişin...
Daha az konuşmak istiyorum şimdilerde, öylesine bir uzaklaşma isteği karşı koyamadığım.
Kalabalıklar ilk defa bugünkü kadar korkutucu bana. İlk defa bu kadar savunmasız yüreğim. Yönünü kaybetmişçesine koşuyor belirsizliğe. Korunaklı dünyasından çok uzakta tehlikelere adım atıyor şimdilerde.
Dur desem de durmaz nasılsa bakıyorum ardından endişeyle...
Yorar hüzünlerim benim. Mutsuz eder, nefes alamaz olursun bir yerden sonra. Kaçmak istersin uzağa , daha uzağa... Öylesine birikmiş ki içimde yorgunluk, anlamazsın istesen de neden gözlerimdeki ışık yok artık...
Karanlığa doğru bir gidişse eğer önümdeki yol, elimi tutup da korkusuzca yürüyemezsin o karanlığa, susarak, yargısız, sorgusuz sualsiz gelemezsin ardım sıra...
Zaman geçer, ben ben olmam artık, bu öylesine sonsuz bir gidiş anla...

16 Eylül 2010 Perşembe

Hayat*

Uçsuz bucaksız bir deniz gibi hayat.
Sonunu göremediğin, altınden nelerin çıkacağını bilemediğin. Öyle belirsiz ki aslında herşey, öylece üzerinde yol alırken sanki herşey tıpkı o anda olduğu gibi sakin ve yolunda gidecekmiş gibi hissedersin oysa ki...
Ya çalkalanmaya başlarsa sular, ya aniden yükselirse dalgaları denizinin. Kıyıya gelene kadar alabora edip herşeyi sakin limanında ne var ne yoksa alıp giderse peşi sıra? Öylesine yükselir ki bazen dalgalar, yitirirsin avucundakileri bir bir.
Hızla bir anda vurur kıyılarını, sakinliğinde hayatın çalkalanırsın sen de tıpkı deniz gibi...
Hayatta kalmaya çalışmak gerek fırtınasında havanın. Tek başınasın geminde, ya devam ya tamam.
Bulanık sular gibi karmakarışık aklın. Renklerin en koyusu içinde. Oysa ya tamam ya devam...
Elini biri tutar belki de kim bilir.
Şanslıysan eğer uçsuz bucaksız denizinde suya batmadan önceki o son anda bir el omzundan yakalar seni çekip kurtarmak için...

15 Eylül 2010 Çarşamba

Yenilgi*

Bir şeyler arayıp kaybolmak...
Gitgide daha da çok karmaşıklığa batmak.
Elin kolun tüm bedenin batmışken kargaşaya susmak istemek.
Söylenecek söz yok aslında. Gitme vakti şimdi. Arkana bakmadan hızla koşar adım kendi gerçeğine koşma vakti. Yanarsın oralarda, tüm bedenin kül olana kadar yanarsın alev alev... Uyanma vakti şimdi.
Şöyle bir silkelenip önününe bakma vakti.
Tek bir sözcük dökülür dudaklarından, hoşçakal... Son defa veda edip rüyalarına dön gerçeğine, yaşa konuşmadan, sus anlatma seni bile acıtan duyguları.
Ellerin boşluğa düşsün bırak, dokunma son bir kez daha.
Gerçek bu değil anla...
Hadi şimdi vazgeçme vakti, yenildin kabullenme meydanı terk etme vakti...

6 Eylül 2010 Pazartesi

Eylül,Müzik ve ben...

FİX YOU

When you try your best but you don't succeed



When you get what you want but not what you need


When you feel so tired but you can't sleep


Stuck in reverse



And the tears come streaming down your face


When you lose something you can't replace


When you love someone but it goes to waste


Could it be worse?

 
Lights will guide you home


And ignite your bones


And I will try to fix you


And high up above or down below


When you're too in love to let it go


But if you never try you'll never know


Just what you're worth



Lights will guide you home


And ignite your bones


I will try to fix you Tears streamin' down on your face


When you lose something you cannot replace


Tears streamin' down on your face


And I



Tears streamin' down on your face


I promise you I will learn from the mistakes


Tears streamin' down on your face


And I


Lights will guide you home


And ignite your bones


And I will try to fix you.

Coldplay


 



Filmlere devam

GOİNG THE DİSTANCE


Yönetmen: Nanette Burstein
Oyuncular: Drew Barrymore, Justin Long
Yapım: 2010-ABD
Tür: Romantik Komedi
Senaryo: Geoff Latulippe
Görüntü Yönetmeni:Eric Steelberg
Müzik:Mychael Danna
Filmin Websitesi: going-the-distance.warnerbros.com


Film Hakkında:
Erin ve Garrett, birbirleri ile iyi vakit geçiren, oldukça uyumlu bir çifttir. Erin işi nedeniyle San Fransisco'ya dönmek zorunda kalır ve ardında yine işi nedeniyle New York'ta kalmak zorunda olan Garrett'ı bırakır. İlişkileri her ne kadar iyi gitse de, aradaki mesafeden dolayı bu aşkın biteceğini düşünmektedirler. Ancak bekledikleri giibi olmaz, birbirleri olmadan geçen anlamsız altı haftadan sonra aradaki mesafeye rağmen ilişkilerini yürütmeye karar verirler. Oysa ilişkileri aradaki mesafeden değil, yanı başlarındaki dostlarından dolayı zora girecektir.






Kilometrelerce uzağında birini gerçekten sevebilir misin? Yani demek istediğim aradaki mesafelere rağmen bu bir ilişki olabilir mi? Eğlenmek için gittim bu filme, Drew Barrymore hayranı olmamın da etkisi yok değil şimdi.
Filmden çıktığımda düşünmeye başladım, gerçekten olabilir miydi?
Bir akşam canın müthiş sıkkınken, yanına bir kadeh birşeyler alıp melankolinin kollarına kendini bırakmışken yalnızca telefonun ucundaki ses yeterli olur muydu bulutlarını dağıtmaya?
Belki de hayatının en mutlu gününü yaşarken, anlatmak paylaşmak haykırmak isterken mutluluğunu buz gibi telefonu kulağına dayayıp konuşmak hafifletir miydi mutluluğun sarhoşluğunu?
Sevmek, bakmak, görmek, dokunmak hissetmek değil miydi oysa...
Aynı çemberin içinde yaşamak, aynı yola adım atmak değil miydi...
Aynı sokakları arşınlamak, aynı havayı solumak aynı saatte aynı güneşe bakmak  güvende tutmaz mı yüreğini?
Mesafeler zordur, mesafeler yorar kalbini...
Merak etmek, öylece günlük yaşamına bakmaya çalışırken aklının hep bir yerde birşeylerle meşgul olması adımlarını yavaşlatır hayata karşı...
Buna cesareti olan?...

Eylül,Müzik ve ben...

Bugün Mor ve Ötesi dinleyesim var neden bilmiyorum... Fizy'de ilk önüme çıkan şarkı bu,


benim küçük sevgilim


sen bana neler yaptın

böldün parça parça

onlar bilmez onlar bilmez

bakarlar yüzüme

sanki yoksun gibi

sanki yalanmışız gibi



benim küçük sevgilim

sen bana neler yaptın

kırdın defalarca

onlar bilmez onlar bilmez

vururlar yüzüme

sanki yoksun gibi

sanki yalanmışız gibi



benim küçük sevgilim

ben sana neler yaptım

kızdım sayfalarca

onlar bilmez onlar bilmez

yakarlar canımı

sanki yoksun gibi

sanki yalanmışız gibi



benim küçük sevgilim

sanki yalanmş qibiii

benim küçük sevqilim

sanki masalmış qibi...

Mor Ve Ötesi

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Göç Yolları Ayşe Kamışlı Uçuşu #8

Ne zordur değişmek,değiştirmek...
Ne zordur alışkanlıklarını, aşinalıklarını bir tarafa bırakıp yeni denizlere yelken açmak, yeni ufuklara doğru kanat çırpmak...
Yıllar yılı bildiğin yüzlerden başkasına uzatmak elini...

Bir hayal kurar ya insan, yoktan var eder, vardan yok. Bir hayal var şimdi önümde.
Bir cesaret edebilse gönlüm, biraz karartabilse gözlerini geleceğe doğru, silinecek tüm buğusu hayallerin.
Ben çok uzun zamandır yollardayım. Öylesine kayboldum ki bu yolda yerim de yok yurdum da.
Siz bilir misiniz kendini ne yere ne göğe ait hissetmemek ne demek ? Bilir misiniz ki, her gece gökyüzü kararınca yanan ışıkların arasında benimkiler hep karanlık benimkiler hep kayıp...

Zamanını unuttuğum bir anında geçmişin, herşeyimi yitirdim ben. Sevgileri, hayalleri, umutları... Kahkahalarım bir bir silindi benim yüzümden. Daha az güler oldu gözlerim. Daha bir hüzünlü şakıdım, daha bir yalnız kanat çırptım uzağa, uzağa daha uzağa...
Günler geçti,aylar, mevsimler geçti  yollar değişti de ben hep aynı kaldım. Ben hep yalnız ben hep eksik kaldım...
Bazen durup hayatın ortasında zamana meydan okumak istedim, dursun zaman hiç akmasın, ne ben daha fazla yalnızlığa bürüneyim  ne de sabahı gece ettiğim günlere bir yenisi daha eklensin yeniden,yeniden ve yeniden...

Kelimelerim hüzün kokar benim, gözlerim yaşlıdır her daim. Hani güler dudaklarım ama içten içe acılıdır kalbim. Ne zaman bir kadeh görsem masanın en ucunda geceye selam durmuş, bir mırıltı gelir dolanır dudaklarıma, hüzne dair.
Oradan oraya savrulurken ben hayatın içinde, neşemde bile gölgeler vardı oysaki. Bir özlem adını koyamadıklarıma dair.
Şimdi tam da yol ayrımına gelmişken hayatıma dair, geçmişe doğru bir yolculuk içimdeki. Ne çok yanlış yapmışım meğer.
Olmazları oldurmaya çalışırken, değmezlere değer diyip yüreğimi yerlere sererken, gidilmezlere doğru koşulsuz şartsız yol alırken  ne de yanılmışım meğer.
Dönüp gidebilsem şimdi hayat   filmimin  o karelerine süphesiz bir başka yazılırdı senaryo.
Pişmanlığımla düşerken omuzlarım boşluğa, belirsizliğin dayanılmaz cazibesi esir alıyor tüm benliğimi.
Şimdi, ya devam edecek yolculuğum ya pes edeceğim çaresizlikle.

Gecenin o bildik sessizliğinde içimde huzursuz bir cesaretle kanat çırpıyorum hayallere.
Yol aldıkça küçük bedenim daha da ağırlaşıyor geçmişin yükleri sırtımda.
Korkuyor, hızlanıyorum.
Hızlanıyor, telaşlanıyorum. Her hayalkırıklığım gibi bir darbe daha almaktan minik kalbime. Öylesine yorgun  ve öylesine kimsesiz ki ihtiyacım var bir başka eli tutmaya. Ben belirsizliğe doğru ilerlerken adım adım ihtiyacım var kollarına sarılıp güç bulmaya.
Gitgellerimde boğulurken ben varıyorum yeni durağıma.
Daha bir heyecanla atıyor kalbim, şimdi daha bir hızlı soluklarım.
Ürkek adımlarla ayak basıyorum yere. Nasıl da titrek nasıl da korkak her bir adım.
Sonsuz bir karanlığa düşer gibi düşüyorum endişenin kucağına.
Tam yere çakılacakken aniden bir çift göz karşılıyor beni en ucunda karanlığın.
Bu defa sorularla ben ilerliyorum ona, adım adım heyecanla...


önceki durak:  http://portfoliovonur.blogspot.com/2010/08/goc-yollar-ayse-kamsl-ucusu-7.html
Sonraki durak:  http://baliketlidenizkizi.blogspot.com/

8 Ağustos 2010 Pazar

Portfolio Büyüdü, 1 Yaşında :)

Ne güzel şeydir emek verdiğiniz birşeyin büyüdüğünü, yol aldığını görmek. Çıktığı yolculukta yolda kalmadığını görmek...




Bugün birileri haklı bir gurur yaşıyorlar. Gözlerinde güven ve kalplerinde inançla yol çıkmuş olsalar da en derinlerde bir yerlerde belki biraz endişe, biraz korku, biraz da merak vardı belirsizliğe dair. Ama o güne kadar zaten istediğini başarmamış mıydı o yürek? Herkes inançsızlıklarını oraya buraya saça saça gülerken, o susmuş beklememiş miydi? En sonunda suratlarına başarısının tokadını çarpana kadar beklememiş miydi?



Bir akşam tahta yerin üzerinde sıcak tüm bedenime saldırırken ve biz hala karar vermekle vermemek arasında bocalarken bir hikaye dinledim ben. Hayata dair, imkansızlık üzerine, başarmak üzerine bir hikaye. Hiç hoşuna gitmeyecek belki ama orada hayran oldum ben o adama. Herkesin uzaktan izlediği bir anda ihtiyacı olan tüm inancı kendi kalbinde yaratıp büyüterek yürümüştü o. Bir yerlerde hep dinleriz ya allanıp pullanıp anlatılanları. Vay be deriz tam da yaratmayı istedikleri etkiye teslim olmuş bir halde. Oysa bir an bile sorgulamak gelmez içimizden acaba ne kadar gerçek diye.



O gerçekti! Karşımda durmuş, hiç de hoşlanmadığı bir şey yaparak kapıyı aralamıştı. Ben o kapıdan içeri girerken ardımda bugüne kadar ürettiğim binlerce bahanem vardı,korkularum ve imkansızlıklarım vardı. İçeri girdiğimde ise imkansızlık diye bir şey yoktu! Bahaneler, korkular, sınırlar, yetersizlik, azlık her neyse kendinize sunduğunuz gerekçe hepsi koca bir yalandı!



O akşam o tahta yerin üzerinde bir ışık yakmıştı bize. Aydınlanmamız, kendimize gelmemiz ve neler yapabileceğimize dair artık bahane üretmememiz için. O duygusallıktan hiç hoşlanmaz ve ben dolan gözlerime müthiş bir güçle engel olmaya çalışmıştım. O tahta yerde oturmaya hak kazandığım gün bir daha gözlerimin kafasına buyruk hareket etmesine engel olacağıma söz vermiştim çünkü. Herkes bunu bize verilmiş bir hediye olarak algılıyordu, belki de bu sebepten kimse ağzını açıp tek kelime etmeden büyülenmişçesine dinledi, dinledi, dinledi...
O akşam o odadan birçok ders çıktı hepimize. O odadan içeri her adım attığımızda aldığımız derslerden çok farklı bir ders. Ve o akşam her birimizde muziceler yaratmaya yemin etmiş o adam kalplerimizin ta içine gelip oturdu.


Öyle anlar vardır ki hayatta, ya sağa döneceksinizdir ya sola ya durup bekleyeceksinizdir korkuyla ya da karartıp gözünüzü karanlığın içine dalacaksınızdır. Bizler, karanlığa dalmayı seçenler, Portfolio durağında buluştuk beraberce.
Hayat sadece Portfolio oldu bizim için. Her hafta 3 gün aynı durakta beraberce bir yolculuğa çıktık, çılgın kaptanımızla. Zordu, yorulduk, sıkıldık, usandık...
Yıllar yılı vardık da var olmasına öylesine eksikti yaşam, öylesine boş öylesine günlüktü ki herşey ıskaladığımız herşey için çok daha hızlı yürümek zorundaydık şimdi. Koşar adım yetişmeliydik, yakalamalıydık hayatın ensesinden hızla.
Kaptanımız önde, yolu gösterdi bize. Üzerimizdeki alışılagelmiş katmanlardan sıyrılıp arındık önce. Hemen olsun istiyorduk ama yılların yükü kolay inmedi omuzlarımızdan. Yapbozun parçaları o kadar eksikti tek başına olmazdı. Oysa o öyle uzakta durur yalnızca ışık olurdu ayaklarının ucuna. Halbuki hani o tahta yerde otururken anlatan adam var ya, o içinde bir yerdeydi ve aslında onun gözleriyle de bize bakıyordu. Sevgiyle, özveriyle, inançla...


Çıktığım bu yolculukta kendime güvenle yürürken ben hayatımın içinde, kapıldığım yanılgıdan uyandım aniden. Geceleri uykularımı bölecek kadar bir korku sardı tüm benliğimi. Mutsuzdum, huysuzdum, aksiydim. Zaman yetmiyor ben bir türlü herşeye yetişemiyordum. Çabalıyor, eksik kalıyordum. Hep daha fazlasını yapmam gerektiği inancı ayaklarımı birbirine dolandırıyor gücüm gitgide tükeniyordu. Ve bir gün durdum, koşarken aniden durdum. Tüm umutlarımı yitirmiştim, öyle bir noktaya gelmiştim ki kendi içimde pes etmeme küçücük bir adım vardı sadece. İlk kez yenildiğimi hissettim iliklerime kadar. Hani bir kere aferin diyip sırtımı sıvazlasa koşmaya devam edecektim son bir gayretle. Oysa Portfolio hayatta hiçbir zaman hiç kimseden aferin beklememeyi, kimse tarafından sevilmek için uğraşmamayı ve yalnızca kendi yoluna kendi yaptıklarına bakman gerektiğini öğretmişti bize. Karar vermem gerekiyordu ya devam ya tamam. Ya pes edip gözlerime yerleşen o umutsuz bakışla sonsuza kadar pişman kalacaktım ya da o dört duvar arasındaki her bir kelime her bir cümle her bir an gibi dimdik ayakta olmayı seçecektim.
Yere düşmüş umutsuzdum. İhtiyacım olan gücü o kelimelerde buldum ; " Çocuklar, yere düştüyseniz eğer şu iki dizinizin üzerine kalktığınız an bitmiştir.Dizlerinizin üzerinde doğrulun "
Ve doğruldum, inancımı yitirdiğim yerde yeniden inancımı buldum ben.Yere düştüğüm o yerde yeniden ayağa kalktım ben.


Porfolio tek birşey yaptı aslında.Gerçeği yalnızca gerçek olanı sundu bize. Kimsenin söylemeye cesaret edemediklerini söyledi, tokat etkisi yaratacağını bile bile. Hayatımızda kimsenin bizi mecbur bırakamayacaklarına mecbur bıraktı, sırf  içine sıkışıp kaldığımız kalıplarımızdan kurtulalım diye.
Bir türlü açamadığımız o kanatları açabilelim diye binanın en tepesinden aşağıya bıraktı bizi.
Bir daha asla utançla susmayalım diye, sopayla döktü kelimeleri ağzımızdan.
Bir daha asla sabun köpüğünden güvenlerle  dağın en tepesine çıkmayalım diye yerden yere vurdu bizi.
Yordu, zorladı oysa sadece tek birşey istedi; uyanmamızı!
Ve bizler mışıl mışıl uyuduğumuz uykularımızdan uyandık. Şimdi artık gözümüz açık hiç uyumuyoruz biz.Kimimiz yolun yarısına vardık,kimimiz çeyreğine bile ulaşamadık.Kimimiz kaptanın gösterdiği yoldan tam gaz ileri gittik kimimiz o yoldan başka yollar yarattık.
Bambaşka hayatlardan geldiğimiz o durakta,en dibi gördüğümüz anlarda sessizce birbirimizin elini tuttuk aslında. Tam gücümüz tükenip de pes edecekken, bir diğerimiz ayağa kaldırmak için hemen yanıbaşımızdaydı.
Şüphe yok ki beşi de birbirinden efsane beş dönem geçirdi Portfolio. Her bir dönem kendi içinde renklere sahipti ve o renkler kaptan olmadan asla olamazdı.



Şimdi geriye dönsem, o odaya yeniden girsem ve yeniden gözyaşlarına boğulsam yine peşinden giderdim çılgın kaptanımın. Kızdı, güldü, dövdü, bağırdı, anlattı, sustu, zorladı, itekledi, o emek verdi. Her birimize ayrı ayrı emek verdi. İnce ince işledi her birimizi.
Bey dedirtmedi, hocam dedirtmedi ama bir veda dersi vardı hikayenin sonuna geldiğimiz. Portfolio kapısından çıkacağımız bir veda dersi.
O dersin sonunda veda etmek için sarılırken çılgın kaptanıma tek birşey demek geldi de içimden sustum; Kendine iyi bak Ferhat Abi...

6 Ağustos 2010 Cuma

Kombinasyon vol.2



Chanel çantalar ve Christian Louboutin ayakkabılar benim gibi bir ayakkabı ve çanta canavarı için parıldayan elmaslar:) 


Yavruağzı ve somon renklerine oldum olası tutkunum ve bu elbise harika bir gece elbisesi.


Bu harika elbiseyle, Chanel Siyah Clutch çantayı ve kırmızı tabanlı şahane Christian Louboutin ayakkabıları aldım yanyana koydum bakın ortaya nasıl bir kombinasyon çıktı;


Chanel & Christian Louboutin*


































Elbise:


Ayakkabı:
Çanta:
Allık:
Maşa:
Lipstick:
Fondöten:

Chanel çantayla  Christian Louboutin ayakkabılara özellikle 
ba-yıl-dım:)!





Minik adamlarım

Yalnız...

Yükseliş*

Huzur

...

Balıkçı

"İstanbul"

"uzağa,daha uzağa..."

"Ufaklık"

"eski..."

"saklı..."

"Huzur"

"çocuk olmak"

"geride kalan..."

"mutluluk"

"bekleyiş"

"nostalji"