Pages

25 Ocak 2013 Cuma

Yasak Aşk

Yanı başımda nefesin, bense duruyorum öylece. 
Her bir hücremle özlemle sarılmak geçse de yüreğimden sana bakıyorum sadece. Heyecanla bir şeyler anlatıyorsun gözlerim içine bakarak. 
Hani öyle sımsıcak değiyor ya gözlerin gözlerime, bir bıçak saplanıyor aynı anda kalbime. Bakıp da göremiyorsun ya gözlerimin sana dair yaşlarla dolduğunu işte umudumu o an kaybediyorum ben.
Halbuki öylesine sen ki gözlerim, kelimelerim, yanında yürürken birbirine dolanan adımlarım, telefonun diğer ucunda telaşlı sesim, hepsi hepsi öylesine senle doluyken anlamıyorsun ya sen günden güne nasıl daha da dibe doğru sürüklendiğimi ne aklım ne kalbim cevaplayabiliyor gecemi sabah eden o soruları...
Bu sabah yine geç kaldım işe. Bu hafta kaçıncı kez oluyor aynı şey bilmiyorum. Öğleden sonra bir uyarı kağıdı vardı masamda, önemsemedim ki. Bütün gece telefonun diğer ucunda seninleydim ben. Bedenim yorgunluktan uykusuzluktan isyan etse de, her mesaj sesinde yatıyorum dememen için dua ederek sarıldım telefona. Kelimeler tükenir konuşacaklar biter diye olur olmadık her şeyden bahsettim umutsuzca. Bir ara her zamanki oyunumu bile oynadım sana karşı. Mutsuz dertli yardıma muhtaç çocuktum o an. Teselline ihtiyacım vardı derdimi söylemem için ısrarcı olmadan.
Kandırdım sanma seni, yalnızca gecenin bir yarısı uzağımda da olsan yalnızca benimleymişsin gibi hissettiğim tek zaman o anlar çünkü. Bir tek o an benimsin sen, bir tek o an yalnızca ben varım yanı başında. 
Gece kendini tamamen sessizliğe ve yalnızlığa bırakırken, tüm sokaklar tüm şehir uykuya dalmışken yalnızca o an sen ve beniz aslında. Ben yalnızca o an tamamen sana sahibim...
Öyle ağır ki yükü bu sevginin. Duvarlarla çevrelemeliyim seninle kurduğumu dünyayı, olur da anlarlar diye bir maske takmalıyım yüzüme. Sen hep arkadaşım, sen hep sırdaşım sen hep yıllardır hiç bozulmayan dostluğun sahibi en yakınım olmalısın. Ben hiç bakmamalıyım gözlerine sana kıyamıyormuşçasına... Anlarlar, hiç elim eline değmemeli telaş sarar tüm bedenimi anlarlar...
Kelimeler özenle dökülmeli dudaklarımdan, olur da aralarından bir tanesi belli eder diye sırrını kalbimin sıradan olmalı her bir cümlem.
Kırgınlığın, kızgınlığın uykusuz gecelerime sebep olsa da belki de bazen bilerek yapmalıyım bunu. Belki de bazen içim acıyarak kırmalıyım kalbini...
Koca bir dünyaya karşı koruyorum ikimizi aslında. Sen farkında olmadan ben bir savaş veriyorum kendimle ve onlarla...
Biliyorum, bana ve sana karşı onlar... Ben ve sen hiçbir zaman "biz" olamayacağız bu yüzden. Bu gerçekle sonlandırıyorum ben her günümü. 
Seninle geçirdiğimiz günler var ya, her vedalaşmamızda bir daha göremeyecekmişim gibi sarılıyorum aslında sana; kokunu hapsedip burnumda sıcaklığını alıyorum tenime... Bir delilik yapar da her şeyi kaybetmek pahasına anlatırım diye bu sırrı son kez bakıyorum gözlerine. Sonrasında yine cesaret edemeyip seni sonsuza dek kaybetmeyi her yeni günde oyuna devam ediyorum yeniden...
Kabullendi artık yüreğim, sen benim yasak aşkımsın bu hayatta.
Yakınımda ama çok uzağımda, ellerimin arasında ama aslında bana ait olmayan yasak aşkım...
Sen nereye gidersen git peşinden geleceğim bir şekilde, duyanlar aptal diyecekler bana ben hiç aldırış etmeyeceğim onlara. Sen hiç anlamasan da, belki de anlayıp hep sussan da benim gözlerim sen diye bakacaklar hala. Biz yaşlanıp aynı hayatta ama hep farklı hayatlarda olsak da sen benim içimde kalanım, ilk ve de son aşkım olarak kalacaksın bana...

8 Ocak 2013 Salı

Gerçek*

Gerçek olanı bulmaktan ibaret hayat aslında. 
Gerçek dostluğu, gerçek sevgiyi, gerçek sevinci, üzüntüyü, gerçekleşen hayali, gerçek aşkı bulmaktan ibaret.
Ve tüm bu gerçekliği ararken insan her girdiği yolda, yapılan hatalardan, dönülen yanlış yollardan, alınan derslerden ibaret bir başka noktada... 
Her adım bambaşka hikayeler yaratmaya yarıyor aslında. Farkına varmadan biz amaca ulaşmak için çıktığımız yolda karşılaştığımız onlarca farklı yüz, onlarca farklı hayat, onlarca farklı hikaye değil mi bir bir yanından geçtiğimiz?
Tam bulduğuna inandığında kalbin aradığın gerçek dostluğu, ansızın yediğin tokat uyandırmaz mı gaflet uykundan seni? Halbuki tam da hazırdı kalbin tutunmaya, her ne zamansa son o ana kadar elinden tutmaya. Sonra bir yanılgı yıkmaz mı canla başla var ettiğin dünyanı?
Tam hazırken sen en gerçeğim demeye sevgine, ayıracak tek bir şey varsa eğer sizi ölüm koymaya adını, bir karanlık kaplamaz mı güneşin doğduğu her bir köşesini hayatının?
Hayat gerçeğin peşinde koştuğun uzun bir yol aslında, kısacık gibi gelse de zaman hızla aktığından biz anlamadan. 
Sayısı gitgide azalan gerçeklerin peşinde koştuğun yalnız bir savaş aslında. 
Çok defasında yanıldığın, kırıldığın, yanlış gölgelerin peşine düştüğün, her şeyden vazgeçme noktasına gelip bir başka gerçeğe tutunduğun uzunca bir yol...
Hiç yara almadan geçip gitmenin formülü var mıdır bilinmez, yıllar geçtikçe, sen ben var oldukça bu yol alış devam edecek öylece... Kimi zaman çok kanayacak yaralarımız,kimi zaman öyle çok zaman geçecek ki bulmak için kendi gerçeğimizi geldiğinde o an yaşlanmış olacak ruhlarımız.
Sen vazgeçsen de ben vazgeçsem de birilerinin gerçeği olacağız biz.
Gerçek sevgiyi, gerçek aşkı ya da gerçek dostluğu sende bende bulacak birileri. 
Sen koşmadan peşinden, birileri koşacak senin peşinden ve yakalayacaksın o an ellerinden, onca zaman beklediğinin bu olduğundan habersiz...
Kaybettiklerin acı vermeyecek o an daha fazla, çünkü gidenlerin zaten hiç var olmadıklarını anlayacak yüreğin. Vazgeçenlerin aslında zaten hiç gelmediklerini, arkanı dönüp gidebildiklerine aslında hiç bağlanmadığını anlayacak kalbin. 
Daha az hatırlayacak, daha az anar olacaksın o zaman çok zaman var sanıp sonra yok olanları.
Gerçekler alınca her şeyin ve hepsinin yerini, unutulacak tüm eskide kalan hatıralar bir bir...
Ve işte böyle, hayat, gidenlerden ve gelenlerden ibaret olacak sonrasında; bitenlerden ve başlayanlardan, kaybedilip kazanılan oyunlardan...

5 Ocak 2013 Cumartesi

Yaşarken*


Sessiz kabullenişler var hayatlarımızda; farkında olmadan olup bitiveren, anlamadan sinsice her bir hücrenize nüfus eden. Sessiz yapılan anlaşmalar var hayatlarımızda; aslında istemeden, çokta ne olup bittiğini bilmediğimiz anlaşmalar. Birilerinin, hayatlarımızda müdahale hakkının doğduğu, o çok şiddetle savunduğumuz özgürlüğümüzün çoktan üzerine basıldığı anlaşmalar...
Sonrasında büyüdükçe büyüyor rahatsızlığı içimizde. Ansızın tepkisizliğimizin içinden doğan tepkilerimiz daha da büyük sonuçlar doğuruyor bu defa. 
Düzeltmeye kalktığımız o anda, teslimiyetimizin altına çoktan imza atmış olduğumuzu anlıyoruz aniden.
Ne gidilecek yol kalıyor bize, ne de söylenecek söz...
Biz değil miydik güle oynaya teslim eden ipleri başkalarının ellerine?
Biz değil miydik istemeye istemeye koşan kapkara bir belirsizliğin içine?
Ne zaman bu kadar vazgeçtik kendimizden? Kaç zaman daha sürecek sahibinin ellerinde oradan oraya sürüklenen bir kukla misali yaşayışımız?
Ve kaç zaman daha böyle pişmanlıkla keşke diyecek dilimiz?
Buna bir dur diyebileceğimiz an var mıydı geçmişte? Hani hiçbir şey olmadan, daha biz vazgeçmemiş, henüz hala evet dememişken teslimiyete. 
Bir an var mıydı, sessiz kabullenişler yerine hayır diyebildiğimiz, istemiyorken kalbimiz söz geçirebildiğimiz dilimize?
Şimdi dönsek o anlara yine aynı sahne canlanır mı geçmişin yapraklarında, yoksa çokça pişman kalbimiz susmayı bilip akla bırakır mı sırasını?
Kalp başka dil başka söylerken anlamalı aslında. Hayır demek isterken tüm benliğinle, biraz kalpsiz kalmak gerek öyle anlarda. 
Belki de biraz da beklentisiz yürümek gerek hayatta. 
Hata üstüne hata yaparken sevgiler üzerine, ilişkiler ve dostluklar üzerine dönüp baktığında yalnızca senin kalbin huzursuzsa eğer çok şey beklemiş olduğundandır belki de. 
Gelen giderken ansızın, seven nefret ederken bir gün, neden diye sormak, bir cevap aramak üstelik de bulacağını ümit etmek olsa olsa bir parça daha zaman kaybın olur hayatta. 
Pişman olma hayal kırıklıklarından, gidenlerin ardından ağlamak yerine, vazgeçenlere isyan etmek, güvenini paramparça edenlere beddualar sıralamak yerine devam et yola; bu defa daha az bekleyerek ve daha az anlam yükleyerek her şeye...


26 Aralık 2011 Pazartesi

Gösterişin adı Aile

Çocuktuk eskiden, her şeyi beğenilmek için yaptığımız, annemizden babamızdan bir aferin duymak için içten içe kendimizle yarışıp cici kızlar uslu adamlar olduğumuz yıllar. Ben hiç övülmedim o yıllarda, ayıptı çünkü.
Yaptığını anlatmanın ne derece yanlış, sahip olduklarını söylemenin ne derece ayıp olduğunu söyleyen bir terbiyeyle çevrelendi benliğim. Doğrusu da oydu aslına bakarsanız.
Bütün dönem çalışmışsın, karne hediyesi de değil aslında hayalini kurduğun yalnızca bir aferin. Eve gelirsin koşa koşa, akşamı zor edersin, baban gelsin de görsün diye.Karneni uzatırsın için kıpır kıpır, onca beşin içinde tek bir dört varsa, bu neden 4 denirdi sonra. Çocuk sevincin gölgelenir gibi olurdu ansızın, sonrasında gelen; bak bunu da beş yapabilirdin uyarısı her zaman daha iyisi olabileceği gerçeğini hatırlatırdı sana.
O zamanlar acımasızca gelen bu tavır, şımarık, kendini dev aynasında görenlerden olmamıza engel oldu o zamanlardan bu zamanlara gelirken, tam da bu sebepten minnettarım aslında.
Elde ettiklerimizden bahsedildiğinde mütevazılıkla teşekkür edip başımızı önümüze eğebiliyorsak eğer, daha iyisi olabilirdi diyebiliyorsak, hep daha fazlası için çabalıyor, bak ben ne yaptım demeye utanıyorsak eğer, acımasız gelen, ama kişiyi göklerden yere inme alçak gönüllülüğüne ulaştıran o terbiyedendir işte.
Şimdinin anneleri babaları bir tuhaf oysa ki.
Kocaman bir ayna tutmak istiyorum onlara, sergiledikleri tavırları görebilsinler diye.
Sanki belediye başkanı olmuşçasına önüne gelene bizim oğlan da sınıf başkanı olmuş diyen anne, arkasından söyleyince çocuğu şımartmayacağını düşünüp yedi mahalleye bizim çocuk da ne yakışıklı oldu şuraya bak diyen baba, çocuğunun arkadaş sayısını başarı sayan kendini şaşırmış aile, zaten her önüne gelene verilen takdir belgesini doktorayla karıştırıp neredeyse çerçeveletecek kadar kendini kaybetmişler, çocuğunun adından önce aslında kendini tatmin etme yolu olan muhteşem, zeki, başarılı, sosyal, akıllı, herkes ona bayılıyor, popüler, çok kıskanılıyor ve daha onlarcasını sıralayanlar nasıl bir komedi içinde olduğunuzun farkında mısınız?
Çocuğunuzun kendinizi tatmin etme yolu haline geldiğinin farkında mısınız? Yüzüne söylemiyorum şımarmasın diyerek methiyeler düzerken arkasından, aslında zaten olması gerekenleri yaptığının ve sizin bir insanın nefes almasına şaşırıp neredeyse onu dahi ilan edecekmiş gibi saçma bir tavır içinde olduğunuzun farkında mısınız?
Bırakın artık çocuğunuzu, gururunuzu okşayan, egonuzu tatmin eden, gösteri malzemesi haline getirmeyi.
Yok eğer vazgeçmezseniz bu saçmalıktan, o hiçbir zaman, daha iyisi için çalışıp, ondan daha iyi olabileceğini düşünüp etrafındakilerden bir şey kazanmak, onlardan bir şeyler öğrenmek için hiç çabalamayacak. Siz onu göklere çıkardıkça, gün gelip biri çıktığı yerden yere çakılmasını sağlayınca kendine gelemeyecek, kalkıp yola devam etmek için kendinde o gücü de, daha iyi olabilirim inancını da bulamayacak.
Anlamlandıramadığım bu komedi, hiçbir zaman olduğumdan, yaptığımdan, elde ettiğimden tatmin olmayıp hep bir yerlerde benden daha iyisinin olabileceğini bilmeme sebep olan o hissin içimde bir yerlerde filizlenmesine sebep olan anneme ve babama her defasında teşekkür etmeme neden oluyor.
Özenle yaratılan, haddinden fazla kendine güvenli, hep yukarılarda salınan çocukları gördükçe düşünüyorum da biz sanki başka bir devrin çocuklarıydık...

25 Aralık 2011 Pazar

Part 8 - Brugge

Size bir şey söyleyeyim; Brugge' e gidin! Ama mutlaka gidin!
Ne güzel bir şehir Brugge, ne sıcak ne sevimli bir şehir. Sokaklarında yürürken kendinizi Orta Çağ'da hissediyorsunuz, evlerine baktıkça ya bir film setinde olduğunuzu ya da her birinin bir resim olduğunu sanıyorsunuz. Öylesine kendi halinde, mağrur misafirlerini sıcacık atmosferiyle kucaklayan bir yer ki gidip görmeseydim çok pişman olabilirdim eminim.
Utrecht'den direk trenler olsa da biz ucuz bilet aldığımız için 2 aktarma yaparak 3 saatte vardık Brugge Central Station'a. Tren istasyonundan çıkar çıkmaz hemen sağda turist information kısmı var oradan bir tane harita alarak kimse ihtiyacınız olmadan bu şehri gezebilirsiniz. Zaten abartmış olmam, Taksim kadar bir şehir.
Elimizde harita yolumuzu belirleyerek sırayla Beginjhof, Our Lady's Church, Markt Meydanı, Burg Meydanı, Holy Blood Kilisesi'ni gezdik.
Beginjhof, Haçlı Seferleri zamanında yalnız kalan kadın ve çocuklar için bir kontes tarafından yaptırılan evleri içinde barındıran bir mahalle, kale girişlerini andıran bir girişi dar sokakları bir kilisesi bir iki adımda bir ağaçların göğe yükseldiği bir meydanı var.
Our Lady's Kilisesi'nde ünlü Madonna heykeli vardı onun dışında, artık her biri bana aynıymış gelen kilise atmosferi Orta Çağ kilisesi olmasını verdiği bir farklılık olarak iç mimarisi diğer modern kiliselerden tabiki farklıydı ama hepsi o kadar.
Markt Meydanı'nda şansımıza Christmas Market vardı ama büyük hayalle yöneldiğim standlarda hiçbir şey bulamadım. Yiyecek içecek kısmını ise patates kızartması, waffle, çikolata, bira ve şarap ele geçirmiş durumdaydı.
Burg Meydanı'nda ünlü Holy-Blood Kilisesi yer alıyor. Bu kilisede İsa'ya ait kan izi olduğu söyleniyor. Büyük merakla içeri girdik, hani nerde İsa'nın kan izi diye aranıp daha sonra kapıdaki görevliye sorduk ve işaretleriyle kilisesinin bir köşesinde mavi elbiseleri içindeki rahibenin koruyuculuğu yaptığı kan izlerine döndü  bakışlarımız, ilerledik ve hemen önümüzdeki kısaca -kibarca- para verin ancak öyle görürsünüz diyen uyarıyı okuyup kutuya para atıp merdivenleri çıktık. Rahibe bir örtüyü kaldırdı, cam bir silindir içinde ne olduğunu anlamadığım bir şey ve üzerinde kan izleri. Açıkçası çok da inanmasam da baktım şaşkınlık ve hayret ifadelerini de yapıp ilerledim, ne yani nereden biliyorlar İsa'ya ait olduğunu, onca yıl sonra?
Üstelik de böyle bir şeyi parayla göstermeleri daha da garip bence.
Bir de bizde cami'lerde para toplanıyor bağış toplanıyor diye isyan eder insanlar, kiliselerde adım başı bağış kutuları var, mum yak para, resme bak para, kan izine bak para, çıkarken bağış kutusu girerken bağış kutusu. Güya senin vicdanına bırakılıyor verip vermemek ama adım başı bunu hatırlatarak önünde sonunda birine para atman sağlanıyor.
Burg Meydanı da arnavut kaldırımlı küçük bir meydan aynı zamanda Gothic Town Hall'un da yer aldığı.
Ünlü Belçika çikolatalarını satan dükkanlara adım başı rastlayabilirsiniz, biz küçük paketlerde birer tane seçerek onlarca çeşitlerden tadlarına baktık ama ne yalan söyleyeyim öyle ayılıp bayılmadım çikolatalara. Zaten artık her yerde Belçika çikolatalarına ulaşabiliyoruz buradakilerin daha güzel olmasını beklerdim ana vatanı olduğu için.
Yürümekten yorulup, kendimizi patateslerin tadına bakmak üzere bir yere atıyoruz şuan adını unuttum, not da almamışım ama Markt Meydanını biraz geçip St. Salvator Cathedral'inin çarprazında dışarından çok şık görünümlü,bir yerdi. Small boy patatesler sadece 1.90 Euro ve gayet lezzetliydi. Yanında ünlü 300 çeşidi bulan Belçika biralarından bir tanesini denedik adı "Hoegaarden", ben bu birayı çok beğendim daha önce denediğim Belçika biraları arasında en güzeliydi diyebilirim.
Brugge'e hakim bir Flemenk kültürü var, bu yüzden olsa gerek Hollanda'dan çok da farklı bir lezzet yoktu yediğimiz patateslerde, artık yemeğe alıştığımız patates kızartmasıydı işte :) Ama bazen inanılmaz yağlı ve tuzlu yapan yerler oluyor bunu düşününce burdakiler çok başarılıydı. Gidenlere tavsiye edilir, keşke adını da hatırlasaydım ama tariften bulursunuz kolaylıkla.
Belçika dantelleriyle ünlüdür malum, buraya kadar gelmişken Dantel satan dükkanlara girmeden dönmeyecektik biz de. Hemen hemen her dükkana girdik fiyatlar çoğunlukla birbirine yakındı.Her şey ama her şey için dantelden yapılmış eşyalar bulabilirsiniz. Biz çatal-bıçak koymak için servisler arıyorduk, her yerde 3.75-4.75 arasında değişiyordu modeller ancak tek bir yerde olağandan çok çok ucuzdu ve biz oradan ilerde kullanmak üzere servisler ona uygun ekmek sepetleri alarak, çeyiz yapan kızlar gibi poşetleri taktık kolumuza. Dükkanın adını ve adresini de vereyim ki gidenler olursa mutlaka buraya gitsinler, her şey burada diğer yerlere göre çok daha ucuz emin olun ; " Kanthuisje Bvba" adresi : Breidelstraat 5, Brugge.
Tüm  bunlara ek olarak hava güzelken Brugge'e gitmenizi ve tekne turu yapmanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Kanallar ve o tarihi sevimli eski köprüler, suya batmış evler küçük bir tekneyle sıcak bir havada inanılmaz keyifli olacaktır eminim.
Ertesi günün Christmas Day olmasından ötürü dükkanlar cafeler her yer olağan saatlerinden daha erken kapandılar zaman geçirmek ve akşam 8deki treni beklemek için Markt meydanında banklarda oturup zaman öldürüp yavaşça dönüş yoluna geçtik. Sokaklarda kimsecikler kalmadığı ve olduğundan daha da sakin bir hal aldığı için şehir biraz ürkütücü gelmedi değil, sağ salim tren istasyonuna vararak Brugge gezimizi sonlandırdık.
Başta da söylediğim gibi, mutlaka gidin, görün, gezin, bira içip dantellere göz atmadan geri gelmeyin :)
Ve son  olarak da Brugge'den birkaç kare ;









6 Aralık 2011 Salı

İzmir'i anlatmak

Nedendir bilmem gecenin bu saatinde İzmir dustu aklima. Uzun zamandir ihmal ettigim eski dost... Her seyin basladigi ve tukendigi yer. Nasil zordur İzmir'i anlatmak. Gecmisini, sokaklarini, topraklarina dusen korlari o topraklardan gelip gecenleri, kaybettiklerini ve kazandiklarini, uzerine yagan yagmurlari, daglarinda acan gunesi, kurtulusunu, varolusunu, insanini havasini, dusununce tum bunlari anlatmak İzmir'i ne de zordur... Bir limandir İzmir; firtinadan kacarken amansizca, sigindigin liman. Oylesine sarip sarmalar ki denizi seni, oylesine anlayisli oylesine sendendir ki dalgalar, ucu gorunmez maviliginden hic korkmazsin. Basini kaldirip bakarken Kordon'dan Karsiyaka'ya dogru, omuzlarinda yukun yorgunlukla, aksam vapurunun telasi selamlar seni. Olsa olsa bir iki tane de balikci teknesi. Yorgunluguna inat sakin telasi vapurun gulumsetir. Ana gibidir İzmir... Ogretir once, hata yapsan da sen affeder. Yaralarini sarmak icin bekler. Anlatir bazen, canin yansa da gercegi anlatir. Ogrendiginden emin olup da sen kanatlarini acmaya yeltenirken ozgur birakir, kanat cirpip baska baska yerlere, kendi yolunu bulabilesin diye. Ama o, hep oradadir. Ne zaman tasiyamaz olursan yukunu hayatin, gelip basini yasla diye. Eski bir dost gibidir İzmir... Buzlukta buzunu, dolapta rakini balkonda kavununu bekleten eski bir dost gibi. Kapiyi ne zaman calsan, gulumseyerek buyur eder iceri. Sessizligine bakma, dinler İzmir. Sirtini sivazlar ara ara,anlatirken sen aksamin karanliginda, rakinin her yudumunda derdin derdi olur aslinda. Cesurdur İzmir... Susmamayi ilk ondan ogrenir insan. Diline kilit vurmamayi da dusuncenden oturu utanmamayi da o ogretir sana. Belki de bu yuzdendir ki, kalabaligin icinde anlasilir; aklini da dilini de yetistirenin o oldugu. Anlasilir cekinmeden kullanmandan kelimeleri. Dik durur İzmir... Sayilari bir elin parmagini gecen tepeleri olmasa da, onurlu, cefakar topraklari uzerinde dik durur İzmir. Ac gozlerle asla sahip olamayacaklarina bakan onursuz dusmanlara eyvallahi olmayan, kimine gore oyunu coktan kaybetmis, gercekteyse yillar boyu sure gelen magrur, inatci, asil durusundandir sessiz cevaplari... Cocuklugun, gencligin, "sendir" İzmir... Sana dair ne varsa en derinlerde ondan mirastir. Sokaklarinda hala cocuk cigligin yankilanir, bir ipin bir topun pesinde cocuk senin cigliklari... Fuarda hala, sirf suzulusunu izlemek icin ipini cozdugun ucan balon havalanir gokyuzune. O rengarenk bir sevinc, karisirken İzmir'e sen gulumsersin mutlulukla. İzmir'e bu kacinci armagan bilinmez... Konak'dan inciraltina uzanir sahil. Denize dogru sarkmis ayaklar genc kahkahalarinla sarsilir ara ara. Tum sahil boyu gencligin kokuyor hala... Yururken pesi sira biraktigin, daha yorgun, buyumenin endisesinde genc kokun... Dinle bak, Alsancak'da hala adimlarin duyulur sessizliginde sehrin. Gul sokak, kordon, kibris sehitleri gecmisten telaslari sunar sana. Farkli yuzler, farkli sesler cok zaman da gecmis ustelik, ama aynidir İzmir... Sen nasil bakarsan ona, o oyle olur. Cocuk gozlerine cocuk sevincler sunar. Buyumus yorgun ama hala telasli adimlarina karsilik ayni telasla yollar, kaldirimlar serer onune. Yurudukce canlanir her sey, yurudukce İzmir sen olur aslinda. Cocuklugun, gencligin... Dosttur İzmir... Seninle birlikte onlarcasini kucaklar sorgusuz sualsiz... Sevgiyle uzandi mi eller, sefkatle tutar her birini. Gunesini, denizini, sicakligini armagan eder comertce. Tanimadigin yuzlerde dahi simsicak tebessumu armagan eder. Kordon'da yudumlarken birani, hayatinda ilk defa gordugun karsi masandakilerle sagliginiza deme samimiyetini, nereden gelip nereye gittigini bilmesen de dustugun yerden tutup kaldirma dostlugunu armagan eder İzmir. Cok uzagina dussen de sen, donup geldiginde kollarini acar İzmir. Ne sen gittin diye kizgindir gozleri ne de dargin gelir sesi. Kaldigin yerden devam edebilmen icin yani basinda durur İzmir. Derin izler birakandir İzmir... Yasarken oylece, fark etmeden umursamazca ruhuna isleyendir. Kalbine, aklina dokunandir... Anilar birakir ardinda, kilometrelerce oteye gitse ayaklarin kacamayacaklari anilar. Sen ne zaman goz ucuyla suzsen onu uzaktan uzaga sanki gormezmis gibi seni, sarip sarmalar o seni, ozlemi duser de yuregine dillendiremez olursun ya sen, ciglik cigliga cagirir o, ici neyse disi odur İzmir'in... İlk goz agrisi, ilk tebessum, ilk korku, ilk sevinc, ilk adim, ilk yenilgi, pismanlik, hayal kirikligi, ilk zafer... İzmir her seyin basladigi, her seyin bittigi ve her seyin yeniden basladigi tek yer... Kaybedip yeniden savasa giren, yenilip yeniden ayaga kalkan, her seyi yitirip yeniden kazanmak icin enkazin icinde cirpinan. Ama hep ayni asaletle, ayni dik durus, ayni inanc ayni sevkle... Her bir kosesine ayri bir anlam yukledigim sehir, cocuklugumu, gencligimi saklayan, her seyin bambaska oldugu zamanlari, simdilerde tatli bir hayal gibi bagrinda yasatan İzmir... Nefes aldigin surece, ozlemiyle icinde ya bir yangin ya da yillara ragmen seni saran kollariyla bir solen olacak İzmir...

3 Aralık 2011 Cumartesi

Street Style Photography

Bloglar arasında dolaşırken, her zamanki gibi oradan oraya götürdü beni internet. Bu sürüklenme arasında dikkatimi yeni bir şey çekti. 

İçinde fotoğraf ve sokak kelimelerinin geçiyor olması dikkatimi çekmeye yetti aslında.
Bahsetmek istediğim isim "Mr. Newton", o bir fotoğrafçı, sokak modasını onun karesinden gözlemlemek öyle keyifliydi ki blogunu artık devamlı takip edeceğime eminim.
Farklı şehir isimleriyle arşivlediği fotoğraflar hangi millet nasıl giyinire güzel cevap olacak şekilde. 
Ben bakmaya doyamadım.

Görsel bir şölen için adres şöyle : http://mrnewton.net
Ve işte Mr. Newton'dan bir kaç kare;

LONDON




NewYork




MİLAN




17 Kasım 2011 Perşembe

Tekrar*

Gitme desem, hadi otur biraz daha bak bana. Yelkovan ilerlemez olur mu istesem? Belki çok istersem eğer bir süreliğine ara verir ilerleyişine olmaz mı?...
Öyle zor ki durduğum noktasında hayat... Ne sandığım kadar güçlü çıktı kalbim, ne de sandığım kadar umursamaz olabildi aklım...
Hep eksik kaldı bir şeyler, hep az. Şımarık dersen eğer bana anlarım, ama bir dinle önce nasıl da sızım sızım sızladığını yüreğimin.
Zaman geçip de gözlerim arar olunca aşina yüzleri, anladım ki paylaştıkça mutluyum ben. Anladım ki tamam olmak için ihtiyacım var delicesine o seslere...
Zaten hep acaba yok muydu aklımın bir köşesinde, hep bir yanım isteksizce yürümedi mi kaçınılmaz sona doğru.
Ne zaman ki heyecanla sağıma soluma baktım anlatmak için, sormak konuşmak için, her yanımı boş gördüğüm o an anladım ben, bir olmaktı nefesime nefes katan. Asıl beraber gülmekti yaşatan...
Şimdi öylesine eksik ki her şey. Benim olanları bırakınca geride, henüz vakit varken henüz burada her şey birken, öyle çok zamanı ıskalıyorum ki uzaklarda. Ya sonra kaçan zamana ağlarsa gözlerim? Yapacak hiçbir şey kalmadığında pişmanlığa teslim olup keşke derse dilim?
Hani hep derim ya, sınırı yok içimdeki duyguların diye, ne yaşıyorsam hep en uçlarda...
Belki de o yüzden cevapsız sorular kafamda, tamamlayamadığım cümleler dilimde...
Her şey öyle kolay ki beraberken, her şey öyle net öyle berrak ki. İnsan tek başına aslında koca bir hiç bu koskoca dünyanın ortasında.
Anlamak için belki de kaybetmek gerekti elinle tuttuğun her şeyi. Uzaktan bakmak, özlemek, kokusunu burnunun ucunda hissedip gözlerini açtığında koca bir boşluğa bakmak gerekti.
Değerini anlamak için seni sarıp sarmalayan o kolların, hayallerine sarılıp beklemek günleri hatta saatleri saymak gerekti.
Şimdi her bir kelime öylesine anlamsız gelirken sana, bir gün olur da kaybedersen yanındakileri, sessizliğini bile özlersen yüzlerin, o zaman anlamlanır dudaklarımdan dökülenler.
Hiç olmayacak sandıklarımız olurken, bitmeyecekmiş gibi gelenler bitip, gitmeyecekmiş gibi gelenler giderken, sen hiç kaybetmeyecekmiş gibi kazandığını sanırken her şeyin var ya da yoktan ibaret olduğunu öyle ya da böyle öğretiyor hayat ve en acımasız dersleri insan hayatın ta kendisinden alıyor aslında.
Olur da bir gün "gitme kal" kelimelerinin yerine sessizliğini sunduğun için pişmanlıkla kıvranırsa bedenin, aynı hataları baştan yapmamak için geç olmadan yakala anı, geç olmadan sarıl yanı başındakilere...
Ders almadan önce, sen ders ver hayata.

5 Kasım 2011 Cumartesi

Hayat

Yarin bir yalniz bayram daha burada...
Bayramlara cok anlam yukledigimden degil de insan uzaktayken daha bir koyuyor yalnizlik, alisilmisliklarin uzaginda yolalislar...
Bilmiyor muyum sanki yarinin kac evde kara bayram ilan edildigini, kac ailenin yersiz yurtsuz kaldigini?... Nicelerinin bir basina oylece saskin gozlerle bakip da etrafa, ne olacak simdi sorularini bir bir siraladigini?... Bilmiyor muyum sanki yanan yurekleri, sonen ocaklari, merhem olunmaz dertleri bitmez yanislari...
Biliyorum da hepsini ben kendi isyanima soz geciremiyorum iste...
Gecen zaman oyle cok seyi alip goturdu ki buralardan, yitip giden onca seyin arasinda en cok can yakan neydi bilmiyorum.
Anlatildigi zaman karsinizdakine masal gelen hikayeler vardir ya hani, masallarin gercek oldugu yerdeyim ben.
Hayal edemez inanmazsiniz ya hani dokunulmaz yikilmaz yokolmazdi ya hani duvarlariniz siginakli hayatiniz, tum duvarlarin yikildigini gordugum yerden geliyorum ben...
Yikintilarin ardindan, ayaga kalkip hangi yone gidecegini bilmezken suruklenislerin hikayesinden geliyorum.
Oylesine farkliydi ki her sey eskiden, oylesine tam oylesine kusursuz oylesine isiltiliydi ki bazen...
Tek tek silinirken resim geriye kalanlar yetmeyecek olsa da yureklere minnet etmeyi bilecek kadar yoruldu bedenler.
Carelerin yetersiz kaldigi, en karanlik anda yolunu ciliz bir isigin aydinlatabilecegini gordum sonra.
Bir bir giderken herkes, geriye kalanlarin ne de degerli ne de gercek oldugunu bir de...
Bitmez, yikilmaz, son bulmaz sandiginiz her sey bir gun yok olur... Bir gun siz daha anlamadan hic olur her seyim dediginiz onlarcasi...
Sansliysaniz eger yola devam etmek icin melekler olur yaninizda, siz susarken konusan, siz gormezken gorduren melekler...
Hayat dersler vermek uzere devam ediyor oyununa, ayni kibir ayni ukala bakis... İyisi mi temkinli olmak adimlarda. Bir gun gec olabilecegini bilerek durmak, nefes almak sakin olmak gerek bazen...
Benim dediginizin sizin olmadigini anlayabileceginiz dersler almadan once bilmek; kazananin sadece hayat olacagi...

27 Ekim 2011 Perşembe

İTALYA

10 gün bir ülke 6 şehir...
Erasmusa gelmeden önce kafamdaki öncelikli amaç, gezmek yeni yerler görmek, gözlemlemek, anı biriktirmekti.
Ne yazık ki diğer dünya ülkeri gibi rahatlıkla seyahat edemeyen biz Türkler hazır avrupada pasaportlarımızda vizemiz, sağolsun Ryanair'de de ucuz biletler mevcutken ilk uzun tatilimiz için rotayı İtalya olarak belirledik ve uçak biletleri, hostel rezervasyonlarını hallederek 15 Ekim günü yollara döküldük.

Eindhoven'dan Milano'ya bir iki saat havaalanında bekleyerek oradan da Roma'ya geçtik. Yolculuk uçakla da olsa koşturmaca bir hayli yordu ve Roma'ya vardığımızda artık yorgunluktan ölüyorduk. Oysa her şey yeni başlıyordu;

ROMA


Bırakın Utrecht'i Hollanda'nın geneline yayılmış sakinlik, düzen ve o soğuk hava Roma'ya adım attığımız ilk anda kendini daha bir belli eder oldu kafalarda. Trafik vardı bu şehirde bir kere. Biz ki aylardır araba trafiği nedir, gideceğin yere geç kalmaktır ne demek unutmuşken bir anda kendimizi trafiğin, motor durdurmanın korna sesinin olduğu bir kargaşada bulduk kendimizi.
Ve bir kez daha anladım ki ben "kaos" seviyorum. Kalabalık, kargaşa, hareket seviyorum. Akşam saat 6'yı geçti diye tenhalaşmayan sokakları, kapanmayan mekanları seviyorum.
Havaalanından Termini'ye giden ücreti 4 Euro olan otobüslere bilet alarak merkeze doğru yol aldık. Yolda giderken sağa sola nereye baksam aklıma hep İstanbul geldi. Belki komik gelecek ama hani otoban yol kenarları olur ya, oradaki bitki örtüsü bile bizim yollardakilere benziyordu, çok ciddiyim, gülmeyelim :)
Trafikle ilk orada yüzleştik, gerçi bu trafiğe sebep ülkedeki protestolar ve kapanan yollar da sebep olmuştu.
Termini'ye yakın bir yerde inerek yürümeye başladık.
Rezervasyon yaptırdığımız hosteli bulmamız bir hayli zaman aldı, aynı yolu 2-3 kere baştan yürümemize rağmen dışarıda hiçbi tabelası olmayan hosteli bulmak bir hayli zordu. Uzun uğraşlardan sonra bulduk.
"Mona Lisa Hostel" rezervasyon yaptırdığımız yer burasıydı. Ve bu ismi asla unutmayacağım.
Kapıdan ilk adım attığım anda nereye geldim ben diye koca bir soru işaretiyle başbaşa kaldım. İlk o çirkin koku  karşıladı bizi. Girişte açık mutfak ve bir ortak alan vardı. Ortak alanda ayakları çıplak iki çocuk oturmuş konuşuyorlardı. Sağa dönüp de odamıza girince şok geçirdim. Ya biz yanlış bir yere rezervasyon yaptırmştık ya da booking.com bizi çok güzel kandırmıştı. Siteye konulan o fotoğraflarla karşımızdaki manzaranın alakası bile yoktu. Üstelik de 6 kişilik odamızda üstteki asma kata 2 yabancı için yatak atılmıştı ve oda 8 kişilik olmuştu. Sonrası adamla girilen tartışmalar, paramızı geri istemeler, İstanbul'dakilerle yazışarak yeni hostel bulma çabaları, adamın bizi patronum çok zeki bir adamdır 6 tane hosteli var siz isterseniz şimdi para ödemeyin sizi bulur tehditleri ve 1-1,5 saat sonunda orayı terkedişimiz.
Kişi başı 15euro ödeyerek ve de internette ödediğimiz rezervasyon parasını da çöpe atarak döküldük yola.
Saat gitgide ilerliyordu, bize yollanan her adrese baktık ve her yer doluydu hiçbir yer bulamıyorduk.
Soğuk bir yandan elimizdeki yükler diğer yandan sinirlerimiz inanılmaz bozulmuştu.
5 kız bir erkek roma sokaklarında oradan oraya dolandık da durduk.
Kaç km yürüdük bilmiyorum saat gece yarısını çoktan geçmişken Termini Tren istasyonunun karşısındaki        "Aphrodite Hotel" 'e geldik ve rezervasyonumuzu yaptırıp ayaklarımızda derman kalmamış halde odalarımıza çıktık. 4 yıldızlı olan bu hotel, o kabus gibi yerden sonra adeta bir saraydı.
Sonunda başımızı sokçak bir yer bulmuştuk, o yatağa nasıl yattım ne zaman uyudum hatırlamıyorum.

Ertesi gün uyku yetmese de erkenden kalkıp kahvaltımızı yapıp kendimizi dışarı attık.
Önceden edindiğimiz bilgiler doğrultusunda Termini içindeki bir gazete bayiinden Roma Pass aldık. Roma Pass, 3 günlük sınırsız ulaşım kartı, ilk iki  antik mekan ve müzelere ücretsiz, sonrasına indirimli giriş, şehir haritası ve çeşitli mekanlarda indirim sağlayan bir paket. Colosseum gibi girişi pahalı olan yerler göz önünde bulundurulunca bu paketi almak en mantıklısı. Olur da Roma'ya giderseniz kesinlikle bu kartı alın.
O gün rotamızı Vatikan'dan başlatmaya karar verdik. Termini'den metroya binerek Vatikan'da indik.
Herkese denk gelmez eminim, " San Pietro Meydanı'nda" Papa'nın vaazına denk gelmiştik.
Size o kalabalığı anlatamam. Herkes heyecanla Papa'yı bekliyordu ve sonunda pencerede Papa göründü.
Alkış kıyamet...
Biz ne söylediğini anlamasak da dinledik etrafı gözlemledik.
Ağlayanlar, bağıranlar,alkışlayanlar, haç çıkaranlar.
Sonradan öğrendiğime göre bu konuşmasında Papa "Tecessüdü İsa" duasını okuyup herkesi kutsuyormuş.
Papa vaazını bitirip de içeri girdikten sonra biraz bekleyip kiliseye girdik.
İnanılmaz görkemli ve ağır dini motiflerle bezenmiş bir kiliseydi. Adım başı görevliler vardı ve yüksek sesle konuştuğunuzda sizi uyarıyorlardı.
Rehbersiz dolaştığımız için hikayeleri dinleyemedik ama her bir köşesini inceleyerek buradan ayrıldık.




Haritamızda yol üzerindeki "Castel Sant'Angelo" 'ya doğru yürüdük. Kalenin tepesindeki heykel Mikail'i temsil ediyormuş. 6. yüzyılda barbarlar dairesel tuğla binayı kale olarak, altındaki heykelleri de aşağıdaki düşmanları püskürtmek için kullanmışlar ve tehlikeli durumlarda bu kale Papa'nın sığınağı olmuş.
İçerisi adeta minik bir şehir gibiydi.
En üstüne çıktığınızda San Pietro piazzasının panoramik manzarasını görebiliyorsunuz.



Kalenin üstünden bir fotoğraf, Solda Sant'Angelo Köprüsü 




Mikail
Kalenin içinden bir fotoğraf

İçeriyi gezdikten ve yukarıdan da manzarayı izledikten sonra " Sant'Angelo Köprüsünden geçerek, Trevi Çeşmesi (Fontana di Trevi) ve İspanyol Merdivenleri'ni gördük.

Trevi Çeşmesi, nam-ı diğer Aşk Çeşmesi, inanılmaz kalabalıktı. Daracık sokakların ortasındaki küçük piazzaya adeta sadece bu çeşme hakim gibi. Üzerinde mitolojik yaratıklar betimlenmişti. Ayrıca Neptün figürü de yine aynı kompozisyonda yer almış.
İnanılmaz kalabalık olduğundan merdivenlerini görmek imkansız olsa da aslında akşamları ortam daha sakinken o merdivenlerde oturarak şaraplarını yudumlayan ve sohbet eden insanları görmek mümkünmüş.
Bu çeşmeye ait bir diğer gelenek ise, çeşmeye sırtınızı dönerek omzunuzun üzerinden 2 bozukluk atmak, biri dileğiniz için diğeri de Roma'ya yeniden gelebilmek için.
Suyun içindeki paralar daha sonra toplanıp hayır kurumlarına veriliyormuş.






İspanyol merdivenleri, Fransız kilisesi Trinita dei Monti'nin altında yükseliyor ve tıpkı aşk çeşmesi gibi burası da inanılmaz kalabalıktı. Onlarca kişi merdivenlere oturmuş sohbet edip etrafı izliyordu.
Şehrin en pahalı alışveriş semti olan Via del Corso'ya da İspanyol merdivenlerinin olduğu Piazza di Spagna'dan çıkabiliyorsunuz.Bu caddeyi gezdikten ve mağazalara girip dolaştıktan sonra buradan da ayrıldık.
Buraya bir parantez açıp eklemek istiyorum; uzakdoğulular tüm lüks markaların mağazalarında başı çekiyorlardı. Bir değil 2 değil üçer üçer aldıkları ürünlerle kafamda nasıl bu kadar para kazanıyorlar soruları döndü durdu.


Son olarak tanrıların tapınağı olarak adlandırılan ve Antik Roma'nın en iyi korunmuş anıtı olan dairesel Pantheon'u ziyaret ettik.Piazza del Roton'da yer alan bu anıt içeri girdiğinizde sizi şaşkınlığa uğratacak kadar büyük. Kubbesinin çağı 43 metreyi aşıyor. Raffaello gibi Rönesans ustalarının, İtalya'nın ilk kralı II. Vittorio Emanuele ile oğlu I. Umberto gibi önemli kişilerin mezarları da yine bu anıtta yer alıyor. Pantheon'un olduğu meydanda sıra sıra cafeler sıralanmış  ve birinde oturup bir fincan kahve içmek gerçekten keyifli olabilir aklınızda bulunsun.



Yorucu ama verimli günün ardından ertesi gün için güç toplamak üzere otele dönerek uykuya teslim olduk.

Ertesi günkü rotamız Colosseum ve Roma Forumu şeklinde belirlendi.
Yine Termini'den metroya binerek Colosseum durağında indik. Metrodan çıkar çıkmaz karşınızda tüm görkemiyle Colosseum yükseliyor. Roma Pass'imizi okutup içeri girdik ve oklarla belirtilen yolu takip ederek gezmeye başladık.
Colosseum, 50bin kişilik dört katlı elips şeklinde amfiteatrın yapımına İS 72'de başlanmış. İnsanı hayretlere düşüren yapılış amacı bir hayli ilginç, halk ve aristokratlar buraya adeta kan görmeye geliyorlarmış. Aç bırakılarak kızdırılan ayılar, aslanlar ve diğer vahşi hayvanlar - tarihinin anlatıldığı kısımda daha ilginç hayvanlar da vardı, tavuskuşu, zürafa gibi- arenada dövüştürülür ya da mahkumların üzerine salınırmış.Daha sonra da profesyonel savaşçı olan köleler halkın önünde dövüşürlermiş.
Bugün hala, ortada bulunan dövüş alanının altındaki hayvanların barındırıldığı küçük küçük yerleri ve dar koridorları görmek mümkün.
Colosseumdan sonra Roma Forumuna yöneldik. Biraz yorgunluktan biraz da sadece ayakta kalan sütunlar ve taşlardan oluştuğundan açıkçası çok ilgili dolaşmadık Forumu. Yine rehbersiz gezdiğimizden ötürü sadece gözlemleyip, kendi çabamızla fikir yürüterek yürüyerek forumdan da çıktık.





Açlık baş göstermeye başladığından ortak kararla Hard Rock Cafe'ye gitmeye karar verdik. Yine metroyla bir kere inip durak değiştirerek Hard Rock Cafe'yi bulduk ve enfes yemeklerimize gömülüp karnımızı doyurduk.
Roma'ya yolunuz düşerse bence bir uğrayın derim, hele de makarna ve pizzadan bıkmış olursanız değişik ve lezzetli bir şey yemek için en iyi adres bence. Gidecek olanlara adres ; Via Vittorio Veneto 62 a/b Rome. Metroyla çok kolay ulaşabiliyorsunuz. Hatıra magnet ve tisortlerimizi de alarak şuan adını unuttuğum meydanda oturarak kahvelerimizi içtik. Garsonun yüksek sesimize karşılık sessiz olun burası romantik bir yer demesinin şaşkınlığı altında sinir olarak keyfini çıkarmaya çalıştığımız kahveler bitince havanın soğumasını da bahane ederek otele döndük.
Otelin hemen altında uzakdoğulu bir amcayla kızın işlettiği küçük bir bar büfe karışımı bir yer vardı. Kapısının önüne sandalye ve masalar atmışlar. Oturup ister şarabınızı ister biranızı içip atıştırmalık şeylerde de alıp sohbet edebiliyorsunuz. Roma'daki son gecemizde orada oturup litrelik biraları tüketirken yaptığımız sohbeti ve gecenin üçüne kadar süren kahkahalarımızı hiç unutamayacağım. Yan masada bir grup erkeğin bizim yaptığımız hareketleri taklit etmeye çalışmasını ve adamlardan birinin bildiği türkçe küfürleri sıralaması da cabası tabi.
Roma, her ne kadar tarih kokan şehir olarak kalsa da akıllarda, emin olun ki İstanbul'da en az Roma kadar tarih var ancak düşününce utanç duyarak söylüyorum ki biz zahmet edip de o tarih yatan yerleri dolaşmıyoruz karış karış. Nasılsa hep buradayım rahatlığıyla İstanbul 'da gitmediğim onca yere gitmek üzere kendime söz vererek ertesi gün Roma'dan ayrıldım. Sıradaki şehir Sienna'ydı.


SİENNA

Dar sokaklı, bordo şehir ; "Sienna"
İkinci durağımız olan Sienna'ya gitmek üzere yola çıktığımızda minik arabamızla bir hayli tırmandık da durduk.
Şehre ilk vardığımızda kendi içinde hareketli ama aynı zamanda insana huzur veren bir dinginliğe sahip sokaklar karşıladı beni. Baktığınızda şehre hakim olan bordo renk sizi alıp eski çağlara götürebilecek görüntüde.
Tarihi bir resim olsa da karşınızda merkezdeki mağazalar gayet modern bir mimariye sahip.
Şehir merkezine arabayla girmek yasak, cezası var bu nedenle arabamızı bulduğumuz bir park alanına park ederek yürüyerek dolanmaya başladık. Bu arada da yanlışlıkla sokaklara girmedik değil herhangi bir ceza yemedik ama biraz stres olduk doğal olarak.
Merkezdeki "Piazza Del Compo" isimli kocaman bir meydan var, insanda yere uzanıp güneşin tadını çıkarma isteği uyandırıyor adeta. Meydanı çevreleyen sıra sıra cafe ve restaurantlar var. Biz de bir süre dolandıktan sonra bunlardan birine oturarak karnımızı doyurduk. Her zamanki gibi tercihim olan Margarita Pizza'ydı. İnanılmaz bir lezzet yoktu tabağımda ama damak zevki olmayan biri olarak çok da kriter sayılmam aslında =)
Sienna genel olarak bir kere de olsa görülesi bir şehir, dar sokaklarında haritasız öylece dolanmak size inanılmaz keyifli gelecektir eminim. Floransa'ya yolunuz düşerse buraya uğramadan dönmeyin derim.
İşte bunlar da Sienna'dan bazı kareler;













FLORANSA

Sienna'dan sonra İtalya'ya gelmeden önceki outlet araştırmalarım sonucu ismi altın harflerle defterime not edilmiş Space Prada Outlet'e gittik. Floransa'ya 50km uzaklıktaki bu yer katiyen outlet adıyla anılmamalı. İçerisi adeta 4 Prada büyük Prada mağazasının birleştirilmiş hali gibi ve içeri girdiğiniz anda heralde İtalya'da herhangi bir Prada mağazasında filan olmalıyım diye şüpheye düşüyor insan.
Mağazaya girmeden önce kapıda numara alıyorsunuz, içeride alışveriş boyunca aldığınız herşey için bu numarayı söylüyorsunuz ve kasaya gittiğinizde beğendiğiniz aldığınız her şey orada sizi bekliyor oluyor.Tek yapmanız gereken numaranızı söylemek.
Fiyatlara gelince, mağaza fiyatlarından daha ucuza burada bulabilirsiniz her şeyi. Tabi ki çanta,kıyafet, ayakkabı olarak indirim oranı değişiyor. Ürünler kesinlikle iki üç sezon öncesinin ürünleri filan değil. En eskisi bir sezon öncesine ait. Daha da fazlası yeni sezon ürünlerinden bile gördüğümü söyleyebilirim size.
Benim gibi ayakkabı ve çanta çılgını olanlar için rahatlıkla söyleyebilirim ki yılın belli bir zamanı buraya gelip ayakkabı ve çanta ihtiyacınızı karşılayıp geri dönmelisiniz:)

Outlette bir süreliğine kendimizi kaybedip alacaklarımızı aldıktan sonra tekrar yola koyulup Floransa'ya doğru yola çıktık.Floransa'ya vardığımızda çoktan akşam olmuştu ve rezervasyonumuzun olduğu hostele girdiğimizde yine kötü bir sürpriz bizi bekliyordu. Banyo ve tuvaleti içinde sandığımız odamız ortak banyo ve tuvalete sahipti, kattaki diğer 4 odayla birlikte. Yeniden bir hostel bulmak zor olduğundan o geceyi orada geçirip ertesi gün başka bir yer bulmaya karar verdik. Ve banyo hayellerimizi erteleyerek yemek için Via il Prato caddesindeki " TIJUANA'ya" gittik. Burası bir meksika restaurantı ve içerisi inanılmaz hoştu. Yemekler inanılmaz lezzetli değildi ama içtiğim Frozen Margarita çok güzeldi. 

PİSA

Ertesi gün sabahtan Pisa'ya gittik. Meşhur Pisa kulesini görmek üzere arabımızı park edip, Piazza Del Duomo meydanına doğru yöneldik. Meydan turistler sayesinde bir hayli kalabalıktı. Pisa kulesine doğru ilerledikçe meşhur klasikleşen kuleyi tutma pozu veren insanları görünce gülmekten alıkoyamadım kendimi. 
Kimse kusura bakmasın ama gerçekten anlam veremiyorum yıllardır herkesin aynı pozu vermesine. 
Bu pozu ilk kim vermeyi akıl ettiyse tamam tebrik ederim o ana göre baya yaratıcı ama sonrasında neden herkes aynı pozu vermeye devam ediyor ki? 
Meydanda dolandıktan sonra Pisa kulesinin hemen karşısındaki köşedeki cafede (adını not etmemişim malesef) oturup espressolarımızı içtikten sonra yeniden yollara döküldük ve Floransa'ya geri döndük.
O akşam ve ertesi gün için " B&B II Marzacco" 'ya rezervasyon yaptırmıştık. Floransa'ya gidecek olan herkese şiddetle bu hosteli tavsiye ediyorum. İtalya'da kaldığım en iyi yer burasıydı diyebilirim. Hem fiyatları diğer hosteller gibi uygun hem de onlardan kat kat daha güzel. İçerisi eski ingiliz tarzından döşenmiş ve kapıdan girdiğiniz andan itibaren inanılmaz hoş bir koku burnunuza geliyor. Sahipleri ve ilgilenen bayan öyle tatlı ki bize yarım saat Floransa'da neler yapabileceğimizi harita üzerinde anlattı, bilgiler verdi. Kahvaltı için girişin hemen yanında büyük bir masanın olduğu salon mevcut. Diğer konuklarla birlikte sanki bir aile masası gibi birlikte kahvaltı yapıyorsunuz ki bu da diğer insanlarla hoş sohbetler için güzel bir ortam sağlıyor. Odalar ve banyo inanılmaz temiz ve şıktı. Banyolar da ingiliz banyolarından esinlenilmiş. 
Bu defa güzel bir yerde uyuyacak olmanın rahatlığıyla eşyalarımızı bırakıp yemek için çıktık.
Yine Via il Prato caddesine doğru yürüdük, orada gördüğümüz Laundry'e gitmekti amacımız ama daha sonra Laundry'nin hemen yanındaki dışarıdan pek de dikkat çekmeyen restauranta oturmaya karar verdik. 
İsmi " Trattoria Baldini" olan bu restaurantı asla unutamadım !
Çünkü yediğimiz o et kadar lezzetli bir et daha yememiştim o güne kadar. Herkes aynı fikirde olacak ki içerisi bir hayli kalabalıktı. Yemeğin yanında içtiğim kendi yaptıkları şarap da lezzetli yemeğimi tamamladı ve mutlu bir şekilde otele döndüm.
Floransa'ya bir daha yolumuz düşerse ikinci kez uğranılacaklar listesinde bu restaurant baş köşeyi aldı bile.

Ertesi gün sabahtan başlayan yağmura aldırmadan kendimizi sokağa attık ve elimizde haritamız Floransa'yı gezmeye başladık.
Ne yalan söyleyeyim tarihi yerler, kiliseler çok da ilgi alanıma girmese de gezmek görmek lazım diyerek " Santa M. Novella bazilikasını, Campenile çan kulesini, San Giovanni'nin Vaftizhanesini gezdik. 
Bu üç yerden aklımda en çok kalan ve etkileyen şeyler ise Santa M. Novella'daki birkaç şey oldu. Santa M. Novella, Piazza Santa Maria Novella'da yer alıyor, içeri giriş ücretli.
İçeride fotoğraf çekmek yasak olduğundan beni etkileyen o resimleri buraya koyamıyorum ancak anlatmakla yetinicem. Her bir duvarda tavandan hatta bazen tavan da dahil olmak üzere, aşağıya kadar çeşitli olayların resmedilmiş. Bir duvardaki resimlere baktığınızda karşınızda 3 boyutlu bir görüntü var gibi görünüyordu resimler. Bu dikkatimi çeken ilk şey oldu. Diğer şey ise, bir başka duvardaki cehennem ve cennet resimleriydi.Sağ tarafa cehennem sol tarafa cennet resmedilmişti. Cehennemin resminde, kan, ateş, kan gölleri, çıplak insan figürleri, ateşin içinde insanlar, el, bacak figürleri, şeytan olduğunu düşündüğüm yüzler, iblis figürleri ve bunun gibi şeyler vardı. Cennet kısmında ise beyazlar içinde yan yana  oturmuş insanlar resmedilmişti. Bu iki resimden cehennem resmine bakınca insanın gerçekten siniri bozuluyor. 
Tarihi yerleri gezdikten sonra yol bizi kentin en eski köprüsü olan "Ponte Vecchio'ya" çıkardı. Bu köprü 1345 yılından beri hiç bozulmadan varlığını sürdüren ilk ve tek köprüymüş. Günümüzde üzerinden sıra sıra kuyumcular olsa da eskiden kasap dükkanları varmış. Kötü kokudan dolayı kasap dükkanlarının yerine sonradan bu kuyumcular açılmış. Kuyumcuların vitrinlerine baktığımda nerde bizim kuyumcular demedim değil. Ne zevksiz, ne iç karartıcı tasarımlardı onlar öyle. Alıp asla takmaya tenezzül etmeyeceğiniz modellerin üzerina abuk sabuk da fiyatlar takılmış. Bu italyanlar giyim konusundaki zevklerini sanırım mücevherde konuşturamamışlar.
Bu köprüden geçip dümdüz devam ettiğinizde karşınıza dev "Palazza Pitti" çıkıyor. İçeri girilebiliyor ancak biz sadece dışarıdan bakmakla yetindik.
Palazza Pitti'nin karşısından ara sokaklara gire çıka HardRock Cafe'nin olduğu meydan geldik ve meydanı çevreleyen cafelerden birine oturup sıcak kahvelerimizi içip yorgunluk attık.
Yemek içinse tercihimiz HardRock Cafe oldu ve lezzetli menüsünden bir şeyler seçip Floransa'daki son günümüzü de böylece bitirmiş olduk.
Floransa'yı Roma'dan daha çok sevdim. Hatta hava yağmurlu olmasaydı eminim daha da keyif alabilirdim. Roma'ya göre daha derli toplu ve samimi geldi açıkçası. Nüfus olarak da daha genç ve hareketli bir topluluk vardı sanki burada. 
Bir gün ikinci kez buraya gelebilme umuduyla buradan da ayrıldık...












VERONA

Hemen hemen herkes Romeo ve Jüliet'in dillere destan aşkını, William Shakespeare'nin o ölümsüz eseri ve oyundaki o Romeo'nun balkon sahnesini biliyordur.
İşte bu unutulmaz aşkın Verona'dan çıktığı söylenir, Verona her tarafına Romeo ve Jüliet ruhu sinmiş bir şehir adeta. 
Hediye dükkanlarına, sokaklarına, eski romantik binalarına, sokak aralarındaki küçük meydanlara...
İlk başta bu şehirde de ne görebilir ki insan desem de sonrasında iyi ki gelmişiz dedim.
Verona'yı keşfetmeye "Piazza Bra"'dan başladık. Meydanın güneyinde ünlü Roma Arenası yer alıyor. Hani sayısız müzikale ev sahipliği yapan o meşhur arena. Dış kemerlerinden sadece dördü ayakta kalmış bu Arena'ya giriş ücretli. 
Bizde bu merak olduktan sonra oraya da girmek kaçınılmazdı.
Kişi başı 6Euro ödüyor ve içeri giriyorsunuz. Açıkçası Arena'nın içini bir oyun izlemeye ya da müzikal seyretmeye ya da bir konser dinlemeye geldiğimde görmeyi tercih ederdim zira pek de görecek bir şey yoktu.
Ama oraya kadar gelmişken de bir kez girip görmek gerekir, bir daha gelip gelmeyeceğim meçhul ölümlü dünya değil mi ama :)
Arena'dan sonra meydandan dar ama biraz Alaçatı'yı hatırlatan (nedense) sokaklara attık kendimizi.Sıra sıra mağazalar, butikler, cafeler. O sokak senin bu sokak benim derken Via Mazzini'ye çıktık. İşte burada ünlü Casa di Giulietta Cappelletti bulunuyor, yani Juliet'in evi. 
O sokakta yürürken inanın dikkatinizi asla çekmeyecek bir girişi var o ölümsüz aşkı düşününce bu kadar gösterişsiz bir yerle karşılaşmak balonu elinden alınmış çocuk gibi hissetmeme sebep oldu ne yazık ki.
Girişte sağlı sollu iki duvarı da abartmış olmam sanırım milyonlarca yazıyla dilekle kaplamışlardı. Öyle ki yazılar birbirine girmiş hiçbir şey okunmaz hale gelmişti.
Küçük girişten sonra minik bir avluya çıkıyorsunuz, sol tarafta Juliet'in evi ve o meşhur balkon hemen başınızın üzerinde yer alıyor.
Avlunun bitimindeki demir parmaklıklar bir aşk yemini duvarına dönmüş :) Şöyle ki ;
Hediyelik eşya vs satan dükkandan bir yüzünden İtalyanca "Seni Seviyorum" , "Sonsuza Kadar", "Her  zaman her Yerde" gibi sözler yer alırken diğer yüzünde "..... &....." yazan renkli kilitlerden alıyorsunuz. Noktalı kısımlara sevgilinizin, eşinizin, nişanlınızın adını yazıyorsunuz ve o demirliklere asıyorsunuz. 
Tamam kabul etmeliyim ki tam bir ticarete dökülmüş bir durum söz konusu (kilitlerin tanesi 6euro) ama o rengarenk kilitleri görünce dayanamadım ve ben de bir tane aldım.
Üstelik birkaç ay sonra ordan sökülüp üzerinin silinip tekrar satılabileceği komplo teorilerini kura kura :)
Buradan çıktıktan sonra yeniden Piazza Bra'ya geldik ve yol kenarına sıralanmış cafelerden birine oturup bir şeyler atıştırdık. Artık İtalya tatilimin gelenegi haline gelen Caprese'mi sipariş ederek güneşin de tadını çıkarıp Veronayı da tatil anılarına ekleyerek aklım Arena'da bir gösteri izleme fikriyle dolu buradan ayrıldık...













VENEDİK

Ah Venedik !
Nasıl güzel bir şehirsin sen, nasıl sımsıcak nasıl sevimli ama aynı zamanda şık bir kadının asaletini saklıyorsun gizli köşelerinde.
Buraya hayran kalmamak gerçekten elde değil. 
İtalya'ya kesinlikle eşinle, sevgilinle gelmelisin düşüncemi bir kez daha çıkmamak üzere kafama kazıyan şehir.
Aşk şehri Paris der herkes, burayı gördükten sonra hele ki asla ! Paris'in tıpkı insanları gibi her yerinden soğukluk akan o havasının yanında Venedik her köşesinden sevgi romantizm mutluluk neşe akan bir cennet kalır.
Arabayla Venedik'e girilmediğinden Lido'da kalacaktık. Lido, Venedik'den küçük motorlarla ulaşabileceğiniz bir başka yer. Yazları bir hayli popüler olan çok güzel bir sahil şeridine sahip bir sayfiye yeri. 
Otelimiz "Viktoria Palace Hotel" di ve çok memnun kaldık. Ölü sezon olmasından ötürü normaldeki fiyatın çok altında bir fiyata kaldık ve otelin hemen önünde vapur iskelesine giden otobüslerin geçtiği durağın olması da ayrıca büyük kolaylık oldu.
Otele yerleştikten sonra sıkı sıkı giyinip hemen kendimizi sokağa attık ve vapur iskelesinden bindiğimiz motorla Venedik'e geçtik.15-20 dk süren bu motorlar için yanılmıyorsam gidiş dönüş 23-26 arası bir şey veriyorsunuz aslına bakarsanız baya bir pahalı.
San Marco meydanında motordan inip kalabalığa karışıp ara sokakları derhal keşfe çıktık. Öylesine güzel ki o sokaklar, daracık daracık yer yer tek kişinin geçebileceği darlığa ulaşan, adeta bir bulmacanın içinde olduğunuz hissini veren sevimli muhteşem sokaklar. Tamamen doğaçlama yaptığımız tur bizi iki sokağın kesiştiği bir yere çıkardı ve orada "Malibran" Restaurantı bulduk. ( Cannaregio 5864-Corte del Teatro Malibran 30131) yemekleri çok güzel ve lezzetliydi, aynı zamanda otel de olan bu yeri Venedik'e yolu düşüp de yemek yiyecek bir yer arayan herkese tavsiye edebilirim.
Yemeğimizi de yiyerek biz mutlu midemiz mutlu otele döndük ve yarına güç toplamak için derhal uyuduk.
Ertesi gün erken kalkmalardan artık bunalmış olan ben sızlana sızlana erkenden kalkıp, hazırlanma kahvaltı derken doğru Venedik diyerek yine kendimi sokaklarda buldum.
Yeniden San Marco meydanında motordan inip, haritasız tamamen doğaçlama gezmeye başladık.Sokaklar sımsıcak ve her biri adeta sürpriz yumurta gibiydi. Nereden ne çıkacağını asla bilemezsiniz. Venedik'e gelip de maske almadan dönmem derseniz bir mağaza tavsiye etmeden geçemem, "Le Perle Venezia", burası her bir maskeden yalnızca bir tane yapıyor ve her biri el yapımı işleme ve murano boncuklarıyla süslenmiş tamamen el yapımı şahane maskeler. Ben bir tane aldım, aklım diğer modellerde kalsa da fiyatları 95-140Euro arası olduğundan ancak bir taneyle yetindim. Venedik'de o modeldeki maskeleri yapan tek yer orası, almasanız bile şöyle bir bakmanızı tavsiye ederim belki dayanamayıp bir tane edinebilirsiniz.
Venedik'e gelmişken Gondol sefası yapmadan gidilmez diyerek, Gondol'a binmeye karar verdiğimizde birara beklemekten lanet etsem de binmeden dönmedim.
Şimdi şöyle ki, Gondol'un kirası 80 Euro biz iki kişi olduğumuzdan o kadar parayı vermek istemedik ve yanımıza bir iki kişi daha olsun istedik ama öyle çok bekledik ki birini bulmak için baya sabrım taşmıştı ama değdi:)
Brezilyalı bir çiftle beraber inanılmaz keyifli bir gezinti yaptık. Onların sohbeti, Venedik'in güzelliği bana unutulmaz bir anı olarak kaldı geride.
San Marco meydanında meydanı çevreleyen şık cafeler mevcut.Bunlardan "Caffe Lavena" çok keyifli bir müzik eşliğinde meydana karşı oturup şarabınızı ya da kahvenizi yudumlamanız için ideal. Küçük bir not düşeyim hesap geldiğinde şaşırmayın çünkü müzik için de para alınacaktır sizden:)
Ayrıca yeri gelmişken söylemek istiyorum, ne yazık ki Venedik'de genel olarak fiyatlarda bir aşırılık söz konusu İtalya'da gezdiğim diğer şehirlere göre, burası turistik mekan olma özelliğini bir hayli kullanıyor gibi ama yine de bu kadar keyif almışken buna çok takılmadım ne yalan söyleyeyim.
Venedik hakkındaki izlenimlerimi küçük notlarla bitirmek istiyorum, belki onca cümleden daha etkili olacaktır asla'lar ;

ASLA;
-Güzel bir maske almadan,
-Gondol sefası yapmadan ve o daracık yollarda giderken fotoğraf çekmeden, (ne yazık ki tam Venedik'e gittiğimde fotoğraf makinam bozulmuştu ve telefonla yetinmiştim)
-Tüm sokaklara korkmadan girip çıkarak her bir sokağı keşfetmeden,
-San Marco meydanında oturup kalabalığa karşı bir kahve içmeden,
-Küçük gürültülü İtalyan restaurantlarından birinde oturup yemek yemeden,
-Değişik butiklerini biraz karıştırmadan,
-Sevimli gondol figürlü magnetlerden almadan DÖNMEYİN !



























MİLANO

Ve bu keyfili İtalya turunun son durağı Milano... 
Şehre varır varmaz yine kendimi İstanbul'a gelmiş gibi hissetsem de burası çok daha durağan ve binaların bilmem kaç yıllık olmasından dolayı kasvetli.
Sonrasında ise Milano için söyleyebileceğim tek şey "alışveriş için gel" olarak kafamda yerini aldı ne yazık ki.
Çünkü açıkçası pek de gelinesi görülesi bir şehir değil. Halkın dilinde alışveriş için Milano'ya gitmek diye bir şey dolanır ya hani, oradaki insanları özellikle de İtalya'nın hiçbir yerinde karşılaşmadığım kadar çok Türkü görünce anladım ki gerçekten öyle bir şey var :)
Kocaman bir meydanı var meşhur "Piazza Del Duomo", bana gerçekten korkunç gelen Duomo da bu meydanda yer alıyor.Çok görkemli ama çok korkunç özellikle köşelerden çıkan ejderhaları neden niçin yapar ki bir insan?Sivri kuleler abartılı figürler bana hiç de hoş gelmedi bakmak bile gelmedi içimden.
Galleria Vittoria Emanuelle'de biraz dolandıktan sonra alışveriş merkezine girerek katlar arasında mekik dokuyarak hediyeleri tamamlayıp biraz da birbirinden değişik mutfak eşyalarının olduğu kısımda oyalandıktan sonra çok büyük kolaylık olan hemen 6.katında yer alan Tax Free ofisine giderek Tax işimizi hallederek buradan ayrıldık.

İtalya'ya ilk defa geldim, kuzeyde gitmek istediğim her yere hatta sonradan çıkan Verona'yla, fazlasına bile gitmiş oldum... Sokaklarında yürüdüm, insanlarına baktım, yemeklerini yedim, mağazalarına girdim, şarap içtim, keyif aldım mutlu oldum, İtalya'yı "yaşadım"...Ve,
ben İtalya'yı çok sevdim...
İtalyan insanlarının tıpkı bizim gibi olduğunu söylerlerdi, evet öyleler öğrendim, heyecanlı, gürültücü, yardımsever, sevecen neşeli... 
Roma sokakları, Floransa, Milano hepsinde İstanbul'dan farklı parçalar buldum sanki.
Sonra, tekrar tekrar yineleyip durdum bir kez daha buraya sevdiğinle gel diye...
Çünkü köşeyi döndüğünüz anda size romantik aşk kokan bir ayrıntı sunan sokaklara sahip o şehirler, masasında oturup sevgiyle şarabınızı yudumlayabileceğiniz meydanlar, o şehirlerin...
Daha görecek çok şey var orada, ama ilk hedef bu defa İtalya'nın güneyine inip bir de orayı deneyimlemek.
Turları filan boşverin, bir araba kiralayın ve karış karış şehir şehir kendiniz gezin, siz keşfedin orayı ! Böylesi inanın daha keyifli, daha gerçek daha unutulmaz...
Gidin, "yaşamadan" da gelmeyin...



Minik adamlarım

Yalnız...

Yükseliş*

Huzur

...

Balıkçı

"İstanbul"

"uzağa,daha uzağa..."

"Ufaklık"

"eski..."

"saklı..."

"Huzur"

"çocuk olmak"

"geride kalan..."

"mutluluk"

"bekleyiş"

"nostalji"