Pages

27 Ekim 2011 Perşembe

İTALYA

10 gün bir ülke 6 şehir...
Erasmusa gelmeden önce kafamdaki öncelikli amaç, gezmek yeni yerler görmek, gözlemlemek, anı biriktirmekti.
Ne yazık ki diğer dünya ülkeri gibi rahatlıkla seyahat edemeyen biz Türkler hazır avrupada pasaportlarımızda vizemiz, sağolsun Ryanair'de de ucuz biletler mevcutken ilk uzun tatilimiz için rotayı İtalya olarak belirledik ve uçak biletleri, hostel rezervasyonlarını hallederek 15 Ekim günü yollara döküldük.

Eindhoven'dan Milano'ya bir iki saat havaalanında bekleyerek oradan da Roma'ya geçtik. Yolculuk uçakla da olsa koşturmaca bir hayli yordu ve Roma'ya vardığımızda artık yorgunluktan ölüyorduk. Oysa her şey yeni başlıyordu;

ROMA


Bırakın Utrecht'i Hollanda'nın geneline yayılmış sakinlik, düzen ve o soğuk hava Roma'ya adım attığımız ilk anda kendini daha bir belli eder oldu kafalarda. Trafik vardı bu şehirde bir kere. Biz ki aylardır araba trafiği nedir, gideceğin yere geç kalmaktır ne demek unutmuşken bir anda kendimizi trafiğin, motor durdurmanın korna sesinin olduğu bir kargaşada bulduk kendimizi.
Ve bir kez daha anladım ki ben "kaos" seviyorum. Kalabalık, kargaşa, hareket seviyorum. Akşam saat 6'yı geçti diye tenhalaşmayan sokakları, kapanmayan mekanları seviyorum.
Havaalanından Termini'ye giden ücreti 4 Euro olan otobüslere bilet alarak merkeze doğru yol aldık. Yolda giderken sağa sola nereye baksam aklıma hep İstanbul geldi. Belki komik gelecek ama hani otoban yol kenarları olur ya, oradaki bitki örtüsü bile bizim yollardakilere benziyordu, çok ciddiyim, gülmeyelim :)
Trafikle ilk orada yüzleştik, gerçi bu trafiğe sebep ülkedeki protestolar ve kapanan yollar da sebep olmuştu.
Termini'ye yakın bir yerde inerek yürümeye başladık.
Rezervasyon yaptırdığımız hosteli bulmamız bir hayli zaman aldı, aynı yolu 2-3 kere baştan yürümemize rağmen dışarıda hiçbi tabelası olmayan hosteli bulmak bir hayli zordu. Uzun uğraşlardan sonra bulduk.
"Mona Lisa Hostel" rezervasyon yaptırdığımız yer burasıydı. Ve bu ismi asla unutmayacağım.
Kapıdan ilk adım attığım anda nereye geldim ben diye koca bir soru işaretiyle başbaşa kaldım. İlk o çirkin koku  karşıladı bizi. Girişte açık mutfak ve bir ortak alan vardı. Ortak alanda ayakları çıplak iki çocuk oturmuş konuşuyorlardı. Sağa dönüp de odamıza girince şok geçirdim. Ya biz yanlış bir yere rezervasyon yaptırmştık ya da booking.com bizi çok güzel kandırmıştı. Siteye konulan o fotoğraflarla karşımızdaki manzaranın alakası bile yoktu. Üstelik de 6 kişilik odamızda üstteki asma kata 2 yabancı için yatak atılmıştı ve oda 8 kişilik olmuştu. Sonrası adamla girilen tartışmalar, paramızı geri istemeler, İstanbul'dakilerle yazışarak yeni hostel bulma çabaları, adamın bizi patronum çok zeki bir adamdır 6 tane hosteli var siz isterseniz şimdi para ödemeyin sizi bulur tehditleri ve 1-1,5 saat sonunda orayı terkedişimiz.
Kişi başı 15euro ödeyerek ve de internette ödediğimiz rezervasyon parasını da çöpe atarak döküldük yola.
Saat gitgide ilerliyordu, bize yollanan her adrese baktık ve her yer doluydu hiçbir yer bulamıyorduk.
Soğuk bir yandan elimizdeki yükler diğer yandan sinirlerimiz inanılmaz bozulmuştu.
5 kız bir erkek roma sokaklarında oradan oraya dolandık da durduk.
Kaç km yürüdük bilmiyorum saat gece yarısını çoktan geçmişken Termini Tren istasyonunun karşısındaki        "Aphrodite Hotel" 'e geldik ve rezervasyonumuzu yaptırıp ayaklarımızda derman kalmamış halde odalarımıza çıktık. 4 yıldızlı olan bu hotel, o kabus gibi yerden sonra adeta bir saraydı.
Sonunda başımızı sokçak bir yer bulmuştuk, o yatağa nasıl yattım ne zaman uyudum hatırlamıyorum.

Ertesi gün uyku yetmese de erkenden kalkıp kahvaltımızı yapıp kendimizi dışarı attık.
Önceden edindiğimiz bilgiler doğrultusunda Termini içindeki bir gazete bayiinden Roma Pass aldık. Roma Pass, 3 günlük sınırsız ulaşım kartı, ilk iki  antik mekan ve müzelere ücretsiz, sonrasına indirimli giriş, şehir haritası ve çeşitli mekanlarda indirim sağlayan bir paket. Colosseum gibi girişi pahalı olan yerler göz önünde bulundurulunca bu paketi almak en mantıklısı. Olur da Roma'ya giderseniz kesinlikle bu kartı alın.
O gün rotamızı Vatikan'dan başlatmaya karar verdik. Termini'den metroya binerek Vatikan'da indik.
Herkese denk gelmez eminim, " San Pietro Meydanı'nda" Papa'nın vaazına denk gelmiştik.
Size o kalabalığı anlatamam. Herkes heyecanla Papa'yı bekliyordu ve sonunda pencerede Papa göründü.
Alkış kıyamet...
Biz ne söylediğini anlamasak da dinledik etrafı gözlemledik.
Ağlayanlar, bağıranlar,alkışlayanlar, haç çıkaranlar.
Sonradan öğrendiğime göre bu konuşmasında Papa "Tecessüdü İsa" duasını okuyup herkesi kutsuyormuş.
Papa vaazını bitirip de içeri girdikten sonra biraz bekleyip kiliseye girdik.
İnanılmaz görkemli ve ağır dini motiflerle bezenmiş bir kiliseydi. Adım başı görevliler vardı ve yüksek sesle konuştuğunuzda sizi uyarıyorlardı.
Rehbersiz dolaştığımız için hikayeleri dinleyemedik ama her bir köşesini inceleyerek buradan ayrıldık.




Haritamızda yol üzerindeki "Castel Sant'Angelo" 'ya doğru yürüdük. Kalenin tepesindeki heykel Mikail'i temsil ediyormuş. 6. yüzyılda barbarlar dairesel tuğla binayı kale olarak, altındaki heykelleri de aşağıdaki düşmanları püskürtmek için kullanmışlar ve tehlikeli durumlarda bu kale Papa'nın sığınağı olmuş.
İçerisi adeta minik bir şehir gibiydi.
En üstüne çıktığınızda San Pietro piazzasının panoramik manzarasını görebiliyorsunuz.



Kalenin üstünden bir fotoğraf, Solda Sant'Angelo Köprüsü 




Mikail
Kalenin içinden bir fotoğraf

İçeriyi gezdikten ve yukarıdan da manzarayı izledikten sonra " Sant'Angelo Köprüsünden geçerek, Trevi Çeşmesi (Fontana di Trevi) ve İspanyol Merdivenleri'ni gördük.

Trevi Çeşmesi, nam-ı diğer Aşk Çeşmesi, inanılmaz kalabalıktı. Daracık sokakların ortasındaki küçük piazzaya adeta sadece bu çeşme hakim gibi. Üzerinde mitolojik yaratıklar betimlenmişti. Ayrıca Neptün figürü de yine aynı kompozisyonda yer almış.
İnanılmaz kalabalık olduğundan merdivenlerini görmek imkansız olsa da aslında akşamları ortam daha sakinken o merdivenlerde oturarak şaraplarını yudumlayan ve sohbet eden insanları görmek mümkünmüş.
Bu çeşmeye ait bir diğer gelenek ise, çeşmeye sırtınızı dönerek omzunuzun üzerinden 2 bozukluk atmak, biri dileğiniz için diğeri de Roma'ya yeniden gelebilmek için.
Suyun içindeki paralar daha sonra toplanıp hayır kurumlarına veriliyormuş.






İspanyol merdivenleri, Fransız kilisesi Trinita dei Monti'nin altında yükseliyor ve tıpkı aşk çeşmesi gibi burası da inanılmaz kalabalıktı. Onlarca kişi merdivenlere oturmuş sohbet edip etrafı izliyordu.
Şehrin en pahalı alışveriş semti olan Via del Corso'ya da İspanyol merdivenlerinin olduğu Piazza di Spagna'dan çıkabiliyorsunuz.Bu caddeyi gezdikten ve mağazalara girip dolaştıktan sonra buradan da ayrıldık.
Buraya bir parantez açıp eklemek istiyorum; uzakdoğulular tüm lüks markaların mağazalarında başı çekiyorlardı. Bir değil 2 değil üçer üçer aldıkları ürünlerle kafamda nasıl bu kadar para kazanıyorlar soruları döndü durdu.


Son olarak tanrıların tapınağı olarak adlandırılan ve Antik Roma'nın en iyi korunmuş anıtı olan dairesel Pantheon'u ziyaret ettik.Piazza del Roton'da yer alan bu anıt içeri girdiğinizde sizi şaşkınlığa uğratacak kadar büyük. Kubbesinin çağı 43 metreyi aşıyor. Raffaello gibi Rönesans ustalarının, İtalya'nın ilk kralı II. Vittorio Emanuele ile oğlu I. Umberto gibi önemli kişilerin mezarları da yine bu anıtta yer alıyor. Pantheon'un olduğu meydanda sıra sıra cafeler sıralanmış  ve birinde oturup bir fincan kahve içmek gerçekten keyifli olabilir aklınızda bulunsun.



Yorucu ama verimli günün ardından ertesi gün için güç toplamak üzere otele dönerek uykuya teslim olduk.

Ertesi günkü rotamız Colosseum ve Roma Forumu şeklinde belirlendi.
Yine Termini'den metroya binerek Colosseum durağında indik. Metrodan çıkar çıkmaz karşınızda tüm görkemiyle Colosseum yükseliyor. Roma Pass'imizi okutup içeri girdik ve oklarla belirtilen yolu takip ederek gezmeye başladık.
Colosseum, 50bin kişilik dört katlı elips şeklinde amfiteatrın yapımına İS 72'de başlanmış. İnsanı hayretlere düşüren yapılış amacı bir hayli ilginç, halk ve aristokratlar buraya adeta kan görmeye geliyorlarmış. Aç bırakılarak kızdırılan ayılar, aslanlar ve diğer vahşi hayvanlar - tarihinin anlatıldığı kısımda daha ilginç hayvanlar da vardı, tavuskuşu, zürafa gibi- arenada dövüştürülür ya da mahkumların üzerine salınırmış.Daha sonra da profesyonel savaşçı olan köleler halkın önünde dövüşürlermiş.
Bugün hala, ortada bulunan dövüş alanının altındaki hayvanların barındırıldığı küçük küçük yerleri ve dar koridorları görmek mümkün.
Colosseumdan sonra Roma Forumuna yöneldik. Biraz yorgunluktan biraz da sadece ayakta kalan sütunlar ve taşlardan oluştuğundan açıkçası çok ilgili dolaşmadık Forumu. Yine rehbersiz gezdiğimizden ötürü sadece gözlemleyip, kendi çabamızla fikir yürüterek yürüyerek forumdan da çıktık.





Açlık baş göstermeye başladığından ortak kararla Hard Rock Cafe'ye gitmeye karar verdik. Yine metroyla bir kere inip durak değiştirerek Hard Rock Cafe'yi bulduk ve enfes yemeklerimize gömülüp karnımızı doyurduk.
Roma'ya yolunuz düşerse bence bir uğrayın derim, hele de makarna ve pizzadan bıkmış olursanız değişik ve lezzetli bir şey yemek için en iyi adres bence. Gidecek olanlara adres ; Via Vittorio Veneto 62 a/b Rome. Metroyla çok kolay ulaşabiliyorsunuz. Hatıra magnet ve tisortlerimizi de alarak şuan adını unuttuğum meydanda oturarak kahvelerimizi içtik. Garsonun yüksek sesimize karşılık sessiz olun burası romantik bir yer demesinin şaşkınlığı altında sinir olarak keyfini çıkarmaya çalıştığımız kahveler bitince havanın soğumasını da bahane ederek otele döndük.
Otelin hemen altında uzakdoğulu bir amcayla kızın işlettiği küçük bir bar büfe karışımı bir yer vardı. Kapısının önüne sandalye ve masalar atmışlar. Oturup ister şarabınızı ister biranızı içip atıştırmalık şeylerde de alıp sohbet edebiliyorsunuz. Roma'daki son gecemizde orada oturup litrelik biraları tüketirken yaptığımız sohbeti ve gecenin üçüne kadar süren kahkahalarımızı hiç unutamayacağım. Yan masada bir grup erkeğin bizim yaptığımız hareketleri taklit etmeye çalışmasını ve adamlardan birinin bildiği türkçe küfürleri sıralaması da cabası tabi.
Roma, her ne kadar tarih kokan şehir olarak kalsa da akıllarda, emin olun ki İstanbul'da en az Roma kadar tarih var ancak düşününce utanç duyarak söylüyorum ki biz zahmet edip de o tarih yatan yerleri dolaşmıyoruz karış karış. Nasılsa hep buradayım rahatlığıyla İstanbul 'da gitmediğim onca yere gitmek üzere kendime söz vererek ertesi gün Roma'dan ayrıldım. Sıradaki şehir Sienna'ydı.


SİENNA

Dar sokaklı, bordo şehir ; "Sienna"
İkinci durağımız olan Sienna'ya gitmek üzere yola çıktığımızda minik arabamızla bir hayli tırmandık da durduk.
Şehre ilk vardığımızda kendi içinde hareketli ama aynı zamanda insana huzur veren bir dinginliğe sahip sokaklar karşıladı beni. Baktığınızda şehre hakim olan bordo renk sizi alıp eski çağlara götürebilecek görüntüde.
Tarihi bir resim olsa da karşınızda merkezdeki mağazalar gayet modern bir mimariye sahip.
Şehir merkezine arabayla girmek yasak, cezası var bu nedenle arabamızı bulduğumuz bir park alanına park ederek yürüyerek dolanmaya başladık. Bu arada da yanlışlıkla sokaklara girmedik değil herhangi bir ceza yemedik ama biraz stres olduk doğal olarak.
Merkezdeki "Piazza Del Compo" isimli kocaman bir meydan var, insanda yere uzanıp güneşin tadını çıkarma isteği uyandırıyor adeta. Meydanı çevreleyen sıra sıra cafe ve restaurantlar var. Biz de bir süre dolandıktan sonra bunlardan birine oturarak karnımızı doyurduk. Her zamanki gibi tercihim olan Margarita Pizza'ydı. İnanılmaz bir lezzet yoktu tabağımda ama damak zevki olmayan biri olarak çok da kriter sayılmam aslında =)
Sienna genel olarak bir kere de olsa görülesi bir şehir, dar sokaklarında haritasız öylece dolanmak size inanılmaz keyifli gelecektir eminim. Floransa'ya yolunuz düşerse buraya uğramadan dönmeyin derim.
İşte bunlar da Sienna'dan bazı kareler;













FLORANSA

Sienna'dan sonra İtalya'ya gelmeden önceki outlet araştırmalarım sonucu ismi altın harflerle defterime not edilmiş Space Prada Outlet'e gittik. Floransa'ya 50km uzaklıktaki bu yer katiyen outlet adıyla anılmamalı. İçerisi adeta 4 Prada büyük Prada mağazasının birleştirilmiş hali gibi ve içeri girdiğiniz anda heralde İtalya'da herhangi bir Prada mağazasında filan olmalıyım diye şüpheye düşüyor insan.
Mağazaya girmeden önce kapıda numara alıyorsunuz, içeride alışveriş boyunca aldığınız herşey için bu numarayı söylüyorsunuz ve kasaya gittiğinizde beğendiğiniz aldığınız her şey orada sizi bekliyor oluyor.Tek yapmanız gereken numaranızı söylemek.
Fiyatlara gelince, mağaza fiyatlarından daha ucuza burada bulabilirsiniz her şeyi. Tabi ki çanta,kıyafet, ayakkabı olarak indirim oranı değişiyor. Ürünler kesinlikle iki üç sezon öncesinin ürünleri filan değil. En eskisi bir sezon öncesine ait. Daha da fazlası yeni sezon ürünlerinden bile gördüğümü söyleyebilirim size.
Benim gibi ayakkabı ve çanta çılgını olanlar için rahatlıkla söyleyebilirim ki yılın belli bir zamanı buraya gelip ayakkabı ve çanta ihtiyacınızı karşılayıp geri dönmelisiniz:)

Outlette bir süreliğine kendimizi kaybedip alacaklarımızı aldıktan sonra tekrar yola koyulup Floransa'ya doğru yola çıktık.Floransa'ya vardığımızda çoktan akşam olmuştu ve rezervasyonumuzun olduğu hostele girdiğimizde yine kötü bir sürpriz bizi bekliyordu. Banyo ve tuvaleti içinde sandığımız odamız ortak banyo ve tuvalete sahipti, kattaki diğer 4 odayla birlikte. Yeniden bir hostel bulmak zor olduğundan o geceyi orada geçirip ertesi gün başka bir yer bulmaya karar verdik. Ve banyo hayellerimizi erteleyerek yemek için Via il Prato caddesindeki " TIJUANA'ya" gittik. Burası bir meksika restaurantı ve içerisi inanılmaz hoştu. Yemekler inanılmaz lezzetli değildi ama içtiğim Frozen Margarita çok güzeldi. 

PİSA

Ertesi gün sabahtan Pisa'ya gittik. Meşhur Pisa kulesini görmek üzere arabımızı park edip, Piazza Del Duomo meydanına doğru yöneldik. Meydan turistler sayesinde bir hayli kalabalıktı. Pisa kulesine doğru ilerledikçe meşhur klasikleşen kuleyi tutma pozu veren insanları görünce gülmekten alıkoyamadım kendimi. 
Kimse kusura bakmasın ama gerçekten anlam veremiyorum yıllardır herkesin aynı pozu vermesine. 
Bu pozu ilk kim vermeyi akıl ettiyse tamam tebrik ederim o ana göre baya yaratıcı ama sonrasında neden herkes aynı pozu vermeye devam ediyor ki? 
Meydanda dolandıktan sonra Pisa kulesinin hemen karşısındaki köşedeki cafede (adını not etmemişim malesef) oturup espressolarımızı içtikten sonra yeniden yollara döküldük ve Floransa'ya geri döndük.
O akşam ve ertesi gün için " B&B II Marzacco" 'ya rezervasyon yaptırmıştık. Floransa'ya gidecek olan herkese şiddetle bu hosteli tavsiye ediyorum. İtalya'da kaldığım en iyi yer burasıydı diyebilirim. Hem fiyatları diğer hosteller gibi uygun hem de onlardan kat kat daha güzel. İçerisi eski ingiliz tarzından döşenmiş ve kapıdan girdiğiniz andan itibaren inanılmaz hoş bir koku burnunuza geliyor. Sahipleri ve ilgilenen bayan öyle tatlı ki bize yarım saat Floransa'da neler yapabileceğimizi harita üzerinde anlattı, bilgiler verdi. Kahvaltı için girişin hemen yanında büyük bir masanın olduğu salon mevcut. Diğer konuklarla birlikte sanki bir aile masası gibi birlikte kahvaltı yapıyorsunuz ki bu da diğer insanlarla hoş sohbetler için güzel bir ortam sağlıyor. Odalar ve banyo inanılmaz temiz ve şıktı. Banyolar da ingiliz banyolarından esinlenilmiş. 
Bu defa güzel bir yerde uyuyacak olmanın rahatlığıyla eşyalarımızı bırakıp yemek için çıktık.
Yine Via il Prato caddesine doğru yürüdük, orada gördüğümüz Laundry'e gitmekti amacımız ama daha sonra Laundry'nin hemen yanındaki dışarıdan pek de dikkat çekmeyen restauranta oturmaya karar verdik. 
İsmi " Trattoria Baldini" olan bu restaurantı asla unutamadım !
Çünkü yediğimiz o et kadar lezzetli bir et daha yememiştim o güne kadar. Herkes aynı fikirde olacak ki içerisi bir hayli kalabalıktı. Yemeğin yanında içtiğim kendi yaptıkları şarap da lezzetli yemeğimi tamamladı ve mutlu bir şekilde otele döndüm.
Floransa'ya bir daha yolumuz düşerse ikinci kez uğranılacaklar listesinde bu restaurant baş köşeyi aldı bile.

Ertesi gün sabahtan başlayan yağmura aldırmadan kendimizi sokağa attık ve elimizde haritamız Floransa'yı gezmeye başladık.
Ne yalan söyleyeyim tarihi yerler, kiliseler çok da ilgi alanıma girmese de gezmek görmek lazım diyerek " Santa M. Novella bazilikasını, Campenile çan kulesini, San Giovanni'nin Vaftizhanesini gezdik. 
Bu üç yerden aklımda en çok kalan ve etkileyen şeyler ise Santa M. Novella'daki birkaç şey oldu. Santa M. Novella, Piazza Santa Maria Novella'da yer alıyor, içeri giriş ücretli.
İçeride fotoğraf çekmek yasak olduğundan beni etkileyen o resimleri buraya koyamıyorum ancak anlatmakla yetinicem. Her bir duvarda tavandan hatta bazen tavan da dahil olmak üzere, aşağıya kadar çeşitli olayların resmedilmiş. Bir duvardaki resimlere baktığınızda karşınızda 3 boyutlu bir görüntü var gibi görünüyordu resimler. Bu dikkatimi çeken ilk şey oldu. Diğer şey ise, bir başka duvardaki cehennem ve cennet resimleriydi.Sağ tarafa cehennem sol tarafa cennet resmedilmişti. Cehennemin resminde, kan, ateş, kan gölleri, çıplak insan figürleri, ateşin içinde insanlar, el, bacak figürleri, şeytan olduğunu düşündüğüm yüzler, iblis figürleri ve bunun gibi şeyler vardı. Cennet kısmında ise beyazlar içinde yan yana  oturmuş insanlar resmedilmişti. Bu iki resimden cehennem resmine bakınca insanın gerçekten siniri bozuluyor. 
Tarihi yerleri gezdikten sonra yol bizi kentin en eski köprüsü olan "Ponte Vecchio'ya" çıkardı. Bu köprü 1345 yılından beri hiç bozulmadan varlığını sürdüren ilk ve tek köprüymüş. Günümüzde üzerinden sıra sıra kuyumcular olsa da eskiden kasap dükkanları varmış. Kötü kokudan dolayı kasap dükkanlarının yerine sonradan bu kuyumcular açılmış. Kuyumcuların vitrinlerine baktığımda nerde bizim kuyumcular demedim değil. Ne zevksiz, ne iç karartıcı tasarımlardı onlar öyle. Alıp asla takmaya tenezzül etmeyeceğiniz modellerin üzerina abuk sabuk da fiyatlar takılmış. Bu italyanlar giyim konusundaki zevklerini sanırım mücevherde konuşturamamışlar.
Bu köprüden geçip dümdüz devam ettiğinizde karşınıza dev "Palazza Pitti" çıkıyor. İçeri girilebiliyor ancak biz sadece dışarıdan bakmakla yetindik.
Palazza Pitti'nin karşısından ara sokaklara gire çıka HardRock Cafe'nin olduğu meydan geldik ve meydanı çevreleyen cafelerden birine oturup sıcak kahvelerimizi içip yorgunluk attık.
Yemek içinse tercihimiz HardRock Cafe oldu ve lezzetli menüsünden bir şeyler seçip Floransa'daki son günümüzü de böylece bitirmiş olduk.
Floransa'yı Roma'dan daha çok sevdim. Hatta hava yağmurlu olmasaydı eminim daha da keyif alabilirdim. Roma'ya göre daha derli toplu ve samimi geldi açıkçası. Nüfus olarak da daha genç ve hareketli bir topluluk vardı sanki burada. 
Bir gün ikinci kez buraya gelebilme umuduyla buradan da ayrıldık...












VERONA

Hemen hemen herkes Romeo ve Jüliet'in dillere destan aşkını, William Shakespeare'nin o ölümsüz eseri ve oyundaki o Romeo'nun balkon sahnesini biliyordur.
İşte bu unutulmaz aşkın Verona'dan çıktığı söylenir, Verona her tarafına Romeo ve Jüliet ruhu sinmiş bir şehir adeta. 
Hediye dükkanlarına, sokaklarına, eski romantik binalarına, sokak aralarındaki küçük meydanlara...
İlk başta bu şehirde de ne görebilir ki insan desem de sonrasında iyi ki gelmişiz dedim.
Verona'yı keşfetmeye "Piazza Bra"'dan başladık. Meydanın güneyinde ünlü Roma Arenası yer alıyor. Hani sayısız müzikale ev sahipliği yapan o meşhur arena. Dış kemerlerinden sadece dördü ayakta kalmış bu Arena'ya giriş ücretli. 
Bizde bu merak olduktan sonra oraya da girmek kaçınılmazdı.
Kişi başı 6Euro ödüyor ve içeri giriyorsunuz. Açıkçası Arena'nın içini bir oyun izlemeye ya da müzikal seyretmeye ya da bir konser dinlemeye geldiğimde görmeyi tercih ederdim zira pek de görecek bir şey yoktu.
Ama oraya kadar gelmişken de bir kez girip görmek gerekir, bir daha gelip gelmeyeceğim meçhul ölümlü dünya değil mi ama :)
Arena'dan sonra meydandan dar ama biraz Alaçatı'yı hatırlatan (nedense) sokaklara attık kendimizi.Sıra sıra mağazalar, butikler, cafeler. O sokak senin bu sokak benim derken Via Mazzini'ye çıktık. İşte burada ünlü Casa di Giulietta Cappelletti bulunuyor, yani Juliet'in evi. 
O sokakta yürürken inanın dikkatinizi asla çekmeyecek bir girişi var o ölümsüz aşkı düşününce bu kadar gösterişsiz bir yerle karşılaşmak balonu elinden alınmış çocuk gibi hissetmeme sebep oldu ne yazık ki.
Girişte sağlı sollu iki duvarı da abartmış olmam sanırım milyonlarca yazıyla dilekle kaplamışlardı. Öyle ki yazılar birbirine girmiş hiçbir şey okunmaz hale gelmişti.
Küçük girişten sonra minik bir avluya çıkıyorsunuz, sol tarafta Juliet'in evi ve o meşhur balkon hemen başınızın üzerinde yer alıyor.
Avlunun bitimindeki demir parmaklıklar bir aşk yemini duvarına dönmüş :) Şöyle ki ;
Hediyelik eşya vs satan dükkandan bir yüzünden İtalyanca "Seni Seviyorum" , "Sonsuza Kadar", "Her  zaman her Yerde" gibi sözler yer alırken diğer yüzünde "..... &....." yazan renkli kilitlerden alıyorsunuz. Noktalı kısımlara sevgilinizin, eşinizin, nişanlınızın adını yazıyorsunuz ve o demirliklere asıyorsunuz. 
Tamam kabul etmeliyim ki tam bir ticarete dökülmüş bir durum söz konusu (kilitlerin tanesi 6euro) ama o rengarenk kilitleri görünce dayanamadım ve ben de bir tane aldım.
Üstelik birkaç ay sonra ordan sökülüp üzerinin silinip tekrar satılabileceği komplo teorilerini kura kura :)
Buradan çıktıktan sonra yeniden Piazza Bra'ya geldik ve yol kenarına sıralanmış cafelerden birine oturup bir şeyler atıştırdık. Artık İtalya tatilimin gelenegi haline gelen Caprese'mi sipariş ederek güneşin de tadını çıkarıp Veronayı da tatil anılarına ekleyerek aklım Arena'da bir gösteri izleme fikriyle dolu buradan ayrıldık...













VENEDİK

Ah Venedik !
Nasıl güzel bir şehirsin sen, nasıl sımsıcak nasıl sevimli ama aynı zamanda şık bir kadının asaletini saklıyorsun gizli köşelerinde.
Buraya hayran kalmamak gerçekten elde değil. 
İtalya'ya kesinlikle eşinle, sevgilinle gelmelisin düşüncemi bir kez daha çıkmamak üzere kafama kazıyan şehir.
Aşk şehri Paris der herkes, burayı gördükten sonra hele ki asla ! Paris'in tıpkı insanları gibi her yerinden soğukluk akan o havasının yanında Venedik her köşesinden sevgi romantizm mutluluk neşe akan bir cennet kalır.
Arabayla Venedik'e girilmediğinden Lido'da kalacaktık. Lido, Venedik'den küçük motorlarla ulaşabileceğiniz bir başka yer. Yazları bir hayli popüler olan çok güzel bir sahil şeridine sahip bir sayfiye yeri. 
Otelimiz "Viktoria Palace Hotel" di ve çok memnun kaldık. Ölü sezon olmasından ötürü normaldeki fiyatın çok altında bir fiyata kaldık ve otelin hemen önünde vapur iskelesine giden otobüslerin geçtiği durağın olması da ayrıca büyük kolaylık oldu.
Otele yerleştikten sonra sıkı sıkı giyinip hemen kendimizi sokağa attık ve vapur iskelesinden bindiğimiz motorla Venedik'e geçtik.15-20 dk süren bu motorlar için yanılmıyorsam gidiş dönüş 23-26 arası bir şey veriyorsunuz aslına bakarsanız baya bir pahalı.
San Marco meydanında motordan inip kalabalığa karışıp ara sokakları derhal keşfe çıktık. Öylesine güzel ki o sokaklar, daracık daracık yer yer tek kişinin geçebileceği darlığa ulaşan, adeta bir bulmacanın içinde olduğunuz hissini veren sevimli muhteşem sokaklar. Tamamen doğaçlama yaptığımız tur bizi iki sokağın kesiştiği bir yere çıkardı ve orada "Malibran" Restaurantı bulduk. ( Cannaregio 5864-Corte del Teatro Malibran 30131) yemekleri çok güzel ve lezzetliydi, aynı zamanda otel de olan bu yeri Venedik'e yolu düşüp de yemek yiyecek bir yer arayan herkese tavsiye edebilirim.
Yemeğimizi de yiyerek biz mutlu midemiz mutlu otele döndük ve yarına güç toplamak için derhal uyuduk.
Ertesi gün erken kalkmalardan artık bunalmış olan ben sızlana sızlana erkenden kalkıp, hazırlanma kahvaltı derken doğru Venedik diyerek yine kendimi sokaklarda buldum.
Yeniden San Marco meydanında motordan inip, haritasız tamamen doğaçlama gezmeye başladık.Sokaklar sımsıcak ve her biri adeta sürpriz yumurta gibiydi. Nereden ne çıkacağını asla bilemezsiniz. Venedik'e gelip de maske almadan dönmem derseniz bir mağaza tavsiye etmeden geçemem, "Le Perle Venezia", burası her bir maskeden yalnızca bir tane yapıyor ve her biri el yapımı işleme ve murano boncuklarıyla süslenmiş tamamen el yapımı şahane maskeler. Ben bir tane aldım, aklım diğer modellerde kalsa da fiyatları 95-140Euro arası olduğundan ancak bir taneyle yetindim. Venedik'de o modeldeki maskeleri yapan tek yer orası, almasanız bile şöyle bir bakmanızı tavsiye ederim belki dayanamayıp bir tane edinebilirsiniz.
Venedik'e gelmişken Gondol sefası yapmadan gidilmez diyerek, Gondol'a binmeye karar verdiğimizde birara beklemekten lanet etsem de binmeden dönmedim.
Şimdi şöyle ki, Gondol'un kirası 80 Euro biz iki kişi olduğumuzdan o kadar parayı vermek istemedik ve yanımıza bir iki kişi daha olsun istedik ama öyle çok bekledik ki birini bulmak için baya sabrım taşmıştı ama değdi:)
Brezilyalı bir çiftle beraber inanılmaz keyifli bir gezinti yaptık. Onların sohbeti, Venedik'in güzelliği bana unutulmaz bir anı olarak kaldı geride.
San Marco meydanında meydanı çevreleyen şık cafeler mevcut.Bunlardan "Caffe Lavena" çok keyifli bir müzik eşliğinde meydana karşı oturup şarabınızı ya da kahvenizi yudumlamanız için ideal. Küçük bir not düşeyim hesap geldiğinde şaşırmayın çünkü müzik için de para alınacaktır sizden:)
Ayrıca yeri gelmişken söylemek istiyorum, ne yazık ki Venedik'de genel olarak fiyatlarda bir aşırılık söz konusu İtalya'da gezdiğim diğer şehirlere göre, burası turistik mekan olma özelliğini bir hayli kullanıyor gibi ama yine de bu kadar keyif almışken buna çok takılmadım ne yalan söyleyeyim.
Venedik hakkındaki izlenimlerimi küçük notlarla bitirmek istiyorum, belki onca cümleden daha etkili olacaktır asla'lar ;

ASLA;
-Güzel bir maske almadan,
-Gondol sefası yapmadan ve o daracık yollarda giderken fotoğraf çekmeden, (ne yazık ki tam Venedik'e gittiğimde fotoğraf makinam bozulmuştu ve telefonla yetinmiştim)
-Tüm sokaklara korkmadan girip çıkarak her bir sokağı keşfetmeden,
-San Marco meydanında oturup kalabalığa karşı bir kahve içmeden,
-Küçük gürültülü İtalyan restaurantlarından birinde oturup yemek yemeden,
-Değişik butiklerini biraz karıştırmadan,
-Sevimli gondol figürlü magnetlerden almadan DÖNMEYİN !



























MİLANO

Ve bu keyfili İtalya turunun son durağı Milano... 
Şehre varır varmaz yine kendimi İstanbul'a gelmiş gibi hissetsem de burası çok daha durağan ve binaların bilmem kaç yıllık olmasından dolayı kasvetli.
Sonrasında ise Milano için söyleyebileceğim tek şey "alışveriş için gel" olarak kafamda yerini aldı ne yazık ki.
Çünkü açıkçası pek de gelinesi görülesi bir şehir değil. Halkın dilinde alışveriş için Milano'ya gitmek diye bir şey dolanır ya hani, oradaki insanları özellikle de İtalya'nın hiçbir yerinde karşılaşmadığım kadar çok Türkü görünce anladım ki gerçekten öyle bir şey var :)
Kocaman bir meydanı var meşhur "Piazza Del Duomo", bana gerçekten korkunç gelen Duomo da bu meydanda yer alıyor.Çok görkemli ama çok korkunç özellikle köşelerden çıkan ejderhaları neden niçin yapar ki bir insan?Sivri kuleler abartılı figürler bana hiç de hoş gelmedi bakmak bile gelmedi içimden.
Galleria Vittoria Emanuelle'de biraz dolandıktan sonra alışveriş merkezine girerek katlar arasında mekik dokuyarak hediyeleri tamamlayıp biraz da birbirinden değişik mutfak eşyalarının olduğu kısımda oyalandıktan sonra çok büyük kolaylık olan hemen 6.katında yer alan Tax Free ofisine giderek Tax işimizi hallederek buradan ayrıldık.

İtalya'ya ilk defa geldim, kuzeyde gitmek istediğim her yere hatta sonradan çıkan Verona'yla, fazlasına bile gitmiş oldum... Sokaklarında yürüdüm, insanlarına baktım, yemeklerini yedim, mağazalarına girdim, şarap içtim, keyif aldım mutlu oldum, İtalya'yı "yaşadım"...Ve,
ben İtalya'yı çok sevdim...
İtalyan insanlarının tıpkı bizim gibi olduğunu söylerlerdi, evet öyleler öğrendim, heyecanlı, gürültücü, yardımsever, sevecen neşeli... 
Roma sokakları, Floransa, Milano hepsinde İstanbul'dan farklı parçalar buldum sanki.
Sonra, tekrar tekrar yineleyip durdum bir kez daha buraya sevdiğinle gel diye...
Çünkü köşeyi döndüğünüz anda size romantik aşk kokan bir ayrıntı sunan sokaklara sahip o şehirler, masasında oturup sevgiyle şarabınızı yudumlayabileceğiniz meydanlar, o şehirlerin...
Daha görecek çok şey var orada, ama ilk hedef bu defa İtalya'nın güneyine inip bir de orayı deneyimlemek.
Turları filan boşverin, bir araba kiralayın ve karış karış şehir şehir kendiniz gezin, siz keşfedin orayı ! Böylesi inanın daha keyifli, daha gerçek daha unutulmaz...
Gidin, "yaşamadan" da gelmeyin...



Minik adamlarım

Yalnız...

Yükseliş*

Huzur

...

Balıkçı

"İstanbul"

"uzağa,daha uzağa..."

"Ufaklık"

"eski..."

"saklı..."

"Huzur"

"çocuk olmak"

"geride kalan..."

"mutluluk"

"bekleyiş"

"nostalji"