Pages

26 Eylül 2011 Pazartesi

Nasıl anlayacaklar ki...*

Anlayamadıkları öyle çok şey var ki... Anlayamadıkları ve anlayamayacakları... Görünen çok daha fazlası bazen, söylenen daha kötüsü ya da duyulandan daha şiddetlisi... Her şeyin öylesine birer eğlenceymişçesine yaşandığı hayatlardan bahsetmek bile istemiyorum... Fazlasına gelmeden öncesini bile anlayamayacak kadar allanmış pullanmış gözlerinin önü. Hani bir umut anlatmak isteseniz, dinlerse anlar deseniz de sizi duyamaz kulakları, görmez ki gözleri hissedebilsin yürekleri...
Yüreğinde onlarca ağırlıkla devam etmekti bu. Değişirse görüntüler, uzakta çok uzakta kalırsa eğer sesler zannetti ki hafifler yüreğinin ağırlığı. Hani daha çok küçüktü ya o, dile getirmekten korkarak ne de büyüdüğünü, mesafeler girerse yüreğiyle arasına diner sandı geceleri uyutmayan sızıları... Bir kere yüklenmişse omuzlar ağırlığını hayatın, bir kere eğilmişse başın ansızın, adımların ne kadar uzağa götürürse götürsün seni, beraberinde gelirmiş sakladığın her bir yükün... Görüntüler değişir, sesler silinir, rüzgar bile başka türlü eser ya hani orada bile aynı atar kalbin. Yorgunsa eğer, bir kere saplanıp kalmışsa tam ortasına kocaman bir bıçak devam eder an be an sessizce kanamaya...
Biter sanar ya insan, durulur uğultusu kulaklarının hiç düşünmez beraberinde sürüklediğini hüznün onlarcasını...
Pişmanlığı düşer aklına peşi sıra. Eğer deyip de her bir cümlenin başında, devam edersin umutsuzca. Silinir sandığın onca hatıra, duyulmaz sandığın onca çığlık yanı başındayken her gece, kabuslarla bölünür uykuların.
Saklayamaz olduğunda kopan fırtınaları, anlatmak istersin ya hani en başından en sonuna istesen de yapamazsın aslında.
Biter sandığın bitmedikçe, sonlanır sandığın sonlanmadıkça, umut ettiğin beklediğin onlarcası hala yalnızca hayal oldukça devam eder yangının, sessiz, yalnız ve çoğalarak gittikçe...
Buldum sandığın her çözümün çözümsüzlük olduğunu anladığın o an yaşadığın hayal kırıklıklarıyla daha da güçsüzleşir yüreğin. Anlatmak istersin de, anlayacak birilerini bulmazsın ya hani, konuşmak istedikçe sen boşluğa savrulur ya hani her bir kelime sessizce, daha bir zorlaşır günler. Dağ gibi büyür derdin içinde.
Bir anlık dursun istersin dünya, dursun ve artık son bulsun bu gidiş. Kıskançlıkla baktığın her bir hayat seninle birlikte dursun ve son bulsun bu aksine gidiş. Geriye dönsen ya da, en başa. Hani hiç yaşanmamış gibi, hiç olmamış gibi yapamazsınız ya da... Sonunu bildiğin o masalı baştan yazamaz mısın bir daha?
Mucizeleri bekleyen umutsuz çocuk kalbin artık inandıramaz olduğunda  masallara kendini sessizce dudak büker o an, her anlatılan masalın "sadece masal olduğunu" öğrendiğinden beri hayal kırıklıklarına onlarcası eklenmedi mi zaten?
Pişmanlığın ne zaman musallat olsa sana daha bir çekilmez olur saatler... Unutmak için dakikaları, saatleri, günü, ayı türlü türlü çözümler bulursun kendine. Bir köşede biriken onlarca şişe anlık yardım etse de silmeyi acısını yüreğinin, sonrasında yerini alan o his daha da acıtır canını...
Geçecek, bitecek son bulacak dediğin onca şey tüm ağırlığı ve arsızlığıyla dururken önünde, kimseye anlatamadığın yaraların varken bedeninde, daha az konuşmak ister yüreğin.
Kelimelerinin yetersiz kalacağını bile bile güç sarfetmektense konuşmak için, daha kısa cümleler kurar, daha az konuşursun...
Aynada gördüğün sen, öylesine yaşlı öylesine yorgun gelir ki sana, senden geriye bir şey kalmadığını anladığın o gün, aynada yalnızca bir gölge görür gözlerin...
Söylediğin her bir kelime, kurduğun her bir cümle öylesine anlamsızdır ki başkaları için en çok o zaman kalabalık içinde yalnızdır kalbin...
İnancın, umudun, geleceğe dair hayallerin yok olmuşken devam etmenin anlamsızlığında bocalar, yolun nereye gittiğini kestiremezsin.
Hep mi yanlış, hep mi hata....
Daha kaç defa çıkmaz yollarda yön bulmaya çalışacaksın? Kaç gece kaç gün kaç ay ne olduğunu bile bilmeden bekleyecek kalbin?
Nasıl bir günah işledi ki kalbin cezan hiç bitmedi, günler, haftalar, aylar, yıllar geçti bitmedi...
Ufacık bir ışık görünse yolun sonunda, sadece tek bir ışık, öylesine hazır ki devam etmeye, öylesine hasret ki "inanmaya"...
Oturup bir köşeye, yaşanan her şeyi unutup yeniden başlamaya...
Sahi hala öyle bir umut var mı oralarda?

17 Eylül 2011 Cumartesi

Geç...

Beceremediğini görünce insan pes etmeli belki de. Gururun da inadın da faydası yok o noktada. Çabalasan da üzerinde giymeye çalıştığın giysi üzerine otursun diye olmaz aslında, ne kadar paralansa da yüreğin daha fazla yürüyemez olur ayakların...
Pes ediyorum ben, rol yapmak daha iyi olacaksa da olduğu gibi bakıyorum ben.
Öylesine bir özlem ki sahip olduklarıma dair, gözümü kapadığım her an onlarcası canlanıyor gözümün önünde.
Pişmanlık, keşkeler ve umutlarla dolu her saniye.
Yanıbaşındayken her şey anlamak öyle güçmüş ki değerini. Farkına varmak elinle tuttuğun o kıymetli her anın...
Ne zaman gökyüzü bürünse karanlığına ve gece inse tüm şehrin üstüne o zaman anlıyorum ne kadar uzakta yalnız olduğumu.
Sahi farkında mısınız yanınızdakilerin? Hiç durup biran bakabildiniz mi yanıbaşınızda yürüyenlere ? Aceleniz varmışçasına koşarken her gün durup soluklanıp ardınıza baktınız mı hiç, geriden kalanları görebilmek için?
Kaçırdıklarınızın hiç farkına varabildiniz mi ?
Öyle hızlı koştunuz ki siz yanyana yürüdükleriniz bile geride kaldı, siz hiç göremediniz...
Yüreğinize dokunan herkes, hayatınızda iz bırakan her yürek değerliydi oysa.
Adına hayat dediğiniz o maratonda delicesine bir hırsla, delicesine bir telaşla koştururken oradan oraya onlarcasını geride bıraktığınızı hiç göremediniz...
Masal gibi geldi söylenenler. İnanmak istemedi belki de yüreğim kim bilir... Kaybedince hepsini bir bir farkına varmak gibi her şeyin.
Bırakın saatleri, günleri saniyeleri bile özler olur o an insan.
Tek tek hepsi bir bir gözlerimin önüne yığılıverir ansızın. Biraz gözyaşı biraz can acısı...
Olsaydı, arasaydı, konuşsaydı, görseydimlerle kurulan her bir cümle pişmanlıkla yarım kalır en sonunda...
En kolay çözüm sihirliymiş gibi gelen o şişeler olur sonra. Alkole bulandıkça beynin, yüreğin dayanılır olur her şey. Daha kolay nefes alır olursun o an. Kandırmaca da olsa her şey bir anlık unutursun ne de pişman olduğunu ne de çok özlediğini...
Yalan da olsa büyüsü kaptırıp gidersin kendini...
Zamanında söylemediğim gizlediğim çekindiğim onlarca söz... Birikmişler hepsi. Neden dur demiş ki mantığım neden yapma demiş bedenime. Bir gün hiç yapamayabileceğini bile bile...
Farketmediğim, ertelediğim her şey bir bir sıralanıyorlar önümde, intikam alırcasına... Neden yakalayamadım zamanı, neden erteledim henüz vakit varken neden görmezden geldim...
Pişmanlığı o günlerin şimdi tonlarca yük omzumda.
Geç olmadan, hemen şimdi söylenenmesi gerekeni söyleyip yapılması gerekeni yapın desem anlar mısınız önemini? Sonrasında nasıl da geç olacağını anlayabilir misiniz şimdi ?

13 Eylül 2011 Salı

Part 4- Farklısın, farklıyız, farklılar

Yolda yürürken, bir yerde otururken, markette sıradayken, konuşuyor duruyor ya da bisiklete biniyorken gözlemliyorum, devamlı ve her şeyi.
Farklılıklar öyle çok ki. Nasıl yanilerle başlayıp tamamladığım öyle çok cümle var ki, buraya buradaki insanlara dair.
Yazmazsam unuturum diye sürekli not alıyor, kağıtları dolduruyorum.
Acelesi yok burada insanların, geçen zaman sanki onların zamanı değilmişçesine yaşıyorlar. Sokaklarda olimpiyattaymışız hissi veren yürüyüşleriyle kimse yok. Kalabalık, kargaşa onları bir kenara koyduk zaten öyle değil mi? Bu iki kelime burada hükümsüz.
Bir mağazaya giriyoruz, herkesin işi var halletmesi gereken bir sorunu var. Aynı anda 2 yok yok 3 müşteriye birden bakabilen becerikli satış danışmanlarımızı arıyor gözlerim. Bekletmemek iş görmek üzere ona diğerine ve bir diğerine ustalıkla cevap verebilen ateş gibi satış danışmanlarımız, onlardan da yok burada.
Çalışan sakin, müşteri sakin, bekleyen sakin. Sabırsızlanıyorum oysa ben, yarım saattir hangi problemi çözemediklerini merak edip sinirleniyorum içten içe. Yavaş hatta bana uyuşuk gelen hareketlerle müşteriyle ilgilenen çalışanı sarsıp hey çabuk ol demek geliyor içimden, susuyorum.
Hiç mi acelesi yok bu insanların diye isyan ederken bir türk çalışana en sonunda patlıyorum yarım saattir birinin işini bitirmesini bekleyip sıra bize geldiğinde ve bir başkasının bizden çok daha uzun süredir arkamızda beklediği sırada, buradaki insanların hiç mi acelesi yok, neden kimsenin yüzünde sıkılma sabırsızlanma namına tek bir ifade göremiyorum diyorum.
"biz böyle insanlarız, hayat zaten stresli başka şeyleri stres yapmaya gerek yok" diyor karşı taraf, cevabın rahatlığı beni tatmin etmek yerine daha da rahatsız ediyor ; ama zaman geçiyor!
Parayla değil sırayla mantığına oturtup mağazalardaki, marketlerdeki ya da benzeri yerlerdeki durumu aklımın almadığı diğer duruma geçiyorum.
Burada trafik yayalar, arabalar ve bisikletler için düzenlenmiş durumda. Herkesin yolu da ışığı da ayrı. Ama o ışıklar yok mu o ışıklar, ömrümden çaldığı dakikaları toplasam boşa harcadığım kaç gün edecek acaba merak ediyorum dönene kadar.
Bisikletinizle gideceğiniz yere gitmek üzere yoldasınız, eyvah işte bir tane ışık duruyorsunuz. Dur butonuna basıp yeşil için bekliyorsunuz. O sırada arabalar geçiyor, sonra onlara kırmızı yayalara yeşil, bu defa yayalar geçiyor. Peki ya sonra ? Bu defa herkes duruyor! Arabaya kırmızı, yayaya kırmızı bisikletliye kırmızı,yahu biz ne yapıyoruz? Neyi bekliyoruz? Yelkovan ilerliyor farkında değil misiniz?
Dünyanın en salak insanı gibi hissettiğim o anlarda kimse bana medeniyetten bahsetmesin lütfen. Başka hiçbir aracın olmadığı o yollarda yaya, araba, bisikletli duruyorken biraz abukluktan bahsetsek daha iyi olacak.
Bazen öyle sinir bir hal alıyor ki ışıklar 5dk bir ışıkta beklediğimi biliyorum. Öylece durdum, sırf utandığımdan geçmeye.
İnsanlar bekliyor, insanlar duruyor insanlar koşmuyor adeta emekliyor. Hayatlarını öyle bir sakinlik içine oturtmuşlar ki telaş acele hepsine yabancı ruh halleri, sanki o ruh hali içine girseler kendilerini kaybedip başka bir boyuta geçecekler diye korkutuyorlar beni.
Pratiklikten, kıvraklıktan çok uzak bazı şeyler. 8.00 tutan bir hesap için bir tane 10luk bir de 3.00 bozuk verdiğimde geriye bütün bir 5lik almak istediğimi anlayamıyorlar mesela. O bozuk 3.00'ün neden olduğunu soruyorlar, ne demek neden belli değil mi ?...

Bir diğer dikkatimi çeken konu ise hizmet sektörü gerçekten gelişmemiş. Burada ve şimdiye kadar gezme şansı bulduğum diğer yerlerde restaurantlarda cafelerde vs hizmet sektöründe Türkiye'ye göre ne kadar geride kaldıklarını görüyor insan.
Gözlemlediklerimle anlıyorum ki, Türkiye hizmet sektörü açısından ciddi anlamda çok ileride. Böyle olunca kendi kendime gururlanıp birinin sırtını sıvazlar gibi aferin be diyesim geliyor içimden :) susuyorum...

Geç kalmanın ayıplanan bir şey olduğunu ise okulun ilk günü derse geç kaldığımızda tatlı bir şekilde hollanda'da herkes olması gerektiği yerde olması gerektiği zamanda olur sözleriyle uyarıldığımızda öğrendim:) Sakinliklerine, yoldaki o telaşsız hallerine rağmen "zamanında" varıyorlar gidecekleri yere. Bizdeki gibi "aman İstanbul trafiği belli olmaz köprü tıkalıdır şimdi" gerekçeleriyle evden bilmem kaç saat erken çıkmak gibi, "zamanında varmalıyım olur ya bisikletimin lastiği patlar" gibi farklı gerekçelerle  erkenden yola koyuluyorlar muhtemelen:) Çok da erken çıkmaya gerek yok zaten, ne tıkanacak köprüleri ne de binlerce arabanın döküldüğü yolları var. Olsa olsa bisiklet yolunda biraz bisikletli trafiği olur o kadar.

Farklıyız, farklılar... Kültür farkı dedikleri şey günlük hayat içersinde gözüme çarpıyor çoğu zaman.
Değişiklikler iyidir, farklı şeyler görmek farklı şeyler duymak.
Alışmak da zorunda değilim zaten, demiştik değil mi?
Bazen tebessümle, bazen diş gıcırdatarak izliyorum her şeyi. Ders almam gereken yerde ders almaya çalışarak devam ediyorum yoluma.

10 Eylül 2011 Cumartesi

Part3 - İstanbul bilemedim senin kiymetini

Donup baktigimda sanki yillardir burdaymisim gibi gelen o sure aslinda yalnizca 10 gun. İste bu gercekle yuzlesince icim daha da bir daraliyor. Zaman nasil gececek ben ne zaman ulkeme donucem sorularim gitgide artiyor...

Bu zamana kadar gecen sure boyunca cikardigim sonuc ; " İstanbul dunyanin en guzel sehirlerinden biriymis de kiymetini bilmiyormusum" .
Saat 18:00'den sonra bir su alabilecek
Dahi tek acik yer bulamadigim, pazar gunu bir seyler alabilmek icin aksamustu saat 16:00'yi sehrin bir ya da iki yerinde acilan market icin bekledigim, aksam canim sikilinca cikip bir kahve icebilecegim tek yer bulamadigim, gunlerce devam eden yagmurlardan psikolojim bozulup burnumu disari cikaramadigim Avrupa hic de yasanilasi degilsin!


Yurdumuzun olduğu "Zeist" 'daki yaşamımız 10 gündür alışmaya çalışmak, sabretmek, bocalamak, özlemek ve sevmeyi denemekle geçiyor. Zeist anladığımız ve gözlemlediğimiz kadarıyla zengin ama yaşlı ya da ortayaşlı insanların olduğu bir bölge. Tek hareketli yeri merkezi ve merkez çevresi. Evler, binalar gerçekten çok şık ve zevkli duruyor. Bizim olduğumuz yurdun binalarını ayrı tutarsak :)
Haritayı elimize alıp bir yer görelim umuduyla bisiklete atlayıp da haritada seçtiğimiz  bir parka gitmemiz 15 dakikamızı ya aldı ya almadı. "Walkart Park" gittiğimiz de azcık bizi hüsrana uğratsa da yemyeşil çimler ve küçük su birikintisiyle içindeki minik ördekler biraz huzur da vermedi değil. Havanın nadir güzel olduğu günlerden biri olması sebebiyle de 2 saate yakın orada oturduk ve sohbet ettik.
Biz otururken ellerinde piknik sepetleri,renkli yer örtüleriyle 2 çift gelip de biraz uzağımıza oturup şaraplarını yudumlamaya başlayınca huzur yerini kıskançlık ve özleme bıraktı sonra :) Olan var olmayan var diye insanın isyan edesi geliyordu ama öyle ibret ve kıskançlıkla bakmakla yetindik.
Arada kitap okumaya belki bir şeyler içmeye gelebileceğimizi aklımıza not edip yurdumuza döndük.

Yurdun okula 4-5km oluşundan aslında uzak bir yerde kaldığımızı anlamadığımızı Beneluxlaan'a gittiğimiz o akşam ve ertesi günü dönüş yolunda çok iyi anladık. Giderken yine bir isyanla gitmiş olsak da dönüş yolundaki başımıza gelenler ve o kabus gibi saatler buraya olan sevgisizliğimi nefrete dönüştürdü. Utrecht'e merkeze gidip birkaç işimizi halledip dönecektik ama bu masum istek adeta işkenceye dönüştü. Durmak bilmeyen yağmur bir yere girip oturup beklememize rağmen durmadı,durmadı durmadı. Mecbur yola çıkmak zorundaydık. Her tarafım ıslanmıştı ve üşüyordum, üzerimde yağmurluğum olmadığından montum su çekmiş her rüzgar esişinde titrememe sebep oluyordu. 15km ! tam 15km delicesine yağan o yağmurda bir de üstüne sırılsıklam üstümüze doğru esen rüzgarla bisiklet kullandık. Sinirlerim iyice altüst olmuştu çoktan ağlamaya başlamıştım zaten, bir yandan zar zor pedal çeviriyor diğer yandan hüngür hüngür ağlıyordum. Üzerimdeki her şey ıslaklıktan üstüme yapışmıştı. Gözlerimi açamıyordum yağmurdan adeta.
Her şeyi düşündüm o an, yurda gittiğimde uçak biletimi alıp dönmeyi bile !
Öyle nefret doluydum ki buraya, saydım sövdüm lanet ettim geldiğime.
Saatler süren pedal çevirmeden sonra çorabımdan saçımın her teline kadar ıslak bir halde yurda vardık. Böbreklerim karnım ağrıyordu, sıcak duş almama rağmen kendime gelemedim. Yüzüm alev alev yandı tüm gece hasta olma korkusuyla uyumuşum...
Sabah kalktığımda hastalanmamış olmamı büyük şans sayıp "burada yaşamaya çalışmaya" kaldığım yerden devam etmek üzere güne başladım.

Zaman gerçekten yavaş geçiyor... Okula sistemine derslere henüz alışmadık. Yeditepe'dekinden çok daha farklı ve yoğun bir program bence. Sürekli proje, ödev hafta hafta yapılacaklar var. Belki de böylesi daha iyidir ama alışkanlıklardan çabuk vazgeçilmiyor...
Zaman alacak, her şey...

Ve ben bir arkadaşım dediği gibi "alışmak zorunda olmadığımı bilerek, sabrediyorum sadece". Atatürk Havalimanına indiğim o günü hayal edip sabrediyorum!


Fotoğraf ekleyememiştim hiç, biraz da gözünüzde canlandırmanız için birkaç fotoğraf ekliyorum bu defa;

     Walkart Park         

 "Heineken" Her akşam mutlaka 1 tane

3 Eylül 2011 Cumartesi

Alisamiyorum...

Mizmiz bir cocuk gibiyim bugunlerde. Sikayetci memnuniyetsiz ve mutsuz.
Yanibasimdaki herkese yuk olur varligim, oyle bir agir ki duygularim oyle bir dolup tasiyor ki yuregim...
Bir karmasa ortasindayim, en basinda dedim ben sevgim de mutlulugum da huznum de en derinden diye...
Kalabaligin icinde yalnizlik simdi daha bir tanidik.
Durup durup gozlerim dolar oldu...
İcimde oyle bir agirlik var ki nefes alamaz oldum.
Bocaliyorum, adimlarim birbirine dolaniyor ilerliyemiyorum...
Gecer mi hizla, son bulur mu bu karmasa? Biter mi agirligi zamanin azalir
Mi yuku omuzlarimin?...
Nasil ozledim nasil zor yolalmak anlatabilsem bir soyleyebilsem beynimde donup duran dusunceleri...
Alismak ve kayip gitmesi parmaklarinin arasindan...
Oyle zor ki...



Minik adamlarım

Yalnız...

Yükseliş*

Huzur

...

Balıkçı

"İstanbul"

"uzağa,daha uzağa..."

"Ufaklık"

"eski..."

"saklı..."

"Huzur"

"çocuk olmak"

"geride kalan..."

"mutluluk"

"bekleyiş"

"nostalji"