Pages

31 Ekim 2010 Pazar

Asıl Gerçek*

Karşılık beklediğin kadar yanılıyorsun aslında. Beklentilerle sarmaladığında yapacaklarını, ardısıra gelen hayal kırıklığı bir parça daha fazla oluyor çoğu zaman.
İyisi mi karşılıksız seveceksin bu hayatta. Karşılıksız, beklentisiz...
Sonunu düşünmeden düşüneceksin sen.
Bir parça karmaşık olsa da yol, sonu mutluluğa çıkan tek yön...
Düşündüğün kadar düşünülmezsen eğer huzurlu olsun yüreğin.
Bir yerlerde, birileri düşünüyordur mutlaka.
O tam düşmeye yakın anda birileri elini tutmak için mutlaka oradadırlar aslında.
Görmek istersen eğer, uzağa değil yakınına bak bu defa. Tam omzunun hemen yanına.
Oradadır birileri mutlaka.
Karşılıksız, beklentisiz sevenlerden birileri...

Hani uyuyamadığın, rüyaların kabusa dönüştüğü o gecelerin sabahında habersiz, sessiz kaldığın olur ya, inadına daha çok merak edersin sen, saatleri sayarsın bir bir güneşi batırır ayı karşılarsın. Ay gider, güneş gelir... Zaman geçer işte öyle, bir yerlerde daha kolay seninkinin aksine. Yapma, bekleme ne saatleri ne de sesleri.
Oradalar çünkü, beklediklerin sana elini uzatanlar hemen yanıbaşındalar. Çığlıkların onlarca yüzlerce metre uzaklıkta olsa duyacaklar inan. Pencere önünde saatleri tükettiğin her gecenin devamında gelecek haberleri, çok da beklemeye gerek kalmadan aslında.Yakınken uzak olmayacaklar sana, ya da sen yakın derken aslında zaten uzaklarda olanlardan olmayacaklar asla. Hep yanıbaşında, hep seninle hep oldukları yerde kalacaklar. Tutun onlara, hiç bırakmayacakmış gibi tutun. Ama unutmadan düşünmemeyi, şüphe etmemeyi, beklememeyi, ummamayı. Sadece koşulsuz arkalarında dur, şartsız yollarına düş... Hep aynı yere çıkacak onlarla yollar. Hep hayatın aynı yerinde karşılaşaksın onlarla.
Gerçek sandıkların yalan çıktığında sen yine asıl gerçekliğine koşacaksın yaşamının...
Beklentisiz, karşılıksız ama hep öyle ya da böyle  karşılıklı...

28 Ekim 2010 Perşembe

Anılar*

Farkında olmadan ne çok anı biriktiriyor insan. Farklı yüzlere, farklı kalplere ait onlarcası içinde. Onlarcası en derininde...
Varlıkları silinip de uzağına düşünce gözler, saklandıkları yerden çıkıveriyor anılar... Sinsice, çoğu zaman acımasızca. Neydi ki günahın, böylesine zor bir bedel ödemek zorunda kalbin? Her defasında bir daha bir daha canı yanarak.

Nasıl da zehirlidir her bir anı. Bir kere girdi mi vücuduna, adım adım ilerler damarlarında. Ta ki en derinine yerleşene kadar. Seni en zayıf noktasından kalbinin ele geçirene kadar. Sonra anlam yükler her dokunduğu şeye. Yarı sarhoş yürüdüğün o yolda, kısacık bir an da olsa karşılaştığın o köşe başlarında, dakikalarca oturup konuştuğun, bakıştığın, gülümsediğin ağladığın banklarda, geçmişte adım attığın her köşesinde şehrin birer birer iz bırakıp, silinmez anlamlar yükler her birine.
Anılar zordur, ne yok edebilirsiniz onları ne de yaşatabilirsiniz özgürce kimi zaman. Tutsakları da vardır, yasakları da. Mutluları da vardır, öfkelileri de. Senden, sizden, kazanılan kaybedilenden, alınan verilenden, yaşatılan öldürülenden bir parça saklar içinde. Gizliden gizliye büyütür zamanla.

Dönüşü olmayan yollara girer ya insan bazen, tek yol ileriyi gösterir öyle anlarında zamanın gizlendiği yerden düşmanca çıkar anılar. Hani o izleri var ya, sen bilmeden bıraktığı şimdi nereye adım atsa ayakların oraya sürüklenir bedenin. Nereye dönse başın oraya hapsolur gözlerin. Tesadüf bu ya nerede gizlenmişse izleri onları takip eder yüreğin, sakin yanacağından habersizmiş gibi...
Kaldıramaz, taşıyamazsın bazen anıları.

Ağır gelecekmiş gibi hissederse yüreğin bir gün, vücuda girmeden yok olmaz virüsü ardına bakmaksızın uzaklaş oradan. Gidebildiğin kadar uzağa, en uzağa...
Bir kere hissederse kalbinden gelen dayanılmaz arzuyu ele geçirmek için önüne kattığı her şeyi yakar geçer gider, acımadan...
O kazanmadan, sen yen önce.
Güçlü olabildiğin kadar özgürsün anıların karşısında...
Yık, daha en başında, o var etmeden yık!

15 Ekim 2010 Cuma

*Geç

İmkansıza dair tonlarca hikaye dinleriz çoğu zaman. Kavuşulamayana, anlaşılamayan, vazgeçilene unutulana dair şarkılar, filmler, kitaplar...
Dibi görünen rakı şişelerinin devrildiği masanın sonu hep aynı kırık hikayelere tanık.
Ne çok insan biriktirmiştir keşkelerin kırıntılarını içinde. Ne çok insan şimdi elimde olsa da geri dönsemle başlayan cümlelerle pişmanlığı haykırıp çaresizliğe teslim olmuştur.
Ve kim bilir daha kaç kişi için gece üç beş nöbetleriyle sonlanacak hikayenin sonu...
Kürşat Başar'dan Başucumda Müzik adlı kitabı okudum geçtiğimiz günlerde.
Okumadım da adeta içine girdim hikayenin hikayeyi gerçek yaptım gerçeği hikaye.
Sayfalar tükenip de son bulunca hikaye, düşündüm, ya ben yazsaydım, ben anlatacak olsaydım o küçük kızın bisikletinden düştüğü anda başlayıp koskoca bir hayatı feda ettiği hikayeyi?
Bir solukta okuduğum o mektuplardan birini ben yazsaydım mesela;


 Eylül,

Günlerdir haber alamıyorum senden. Ne de alışmışım oysa. Yüreğim ağzımda, telefonun başında, sanki o yana bakmazsam çalarmışçasına çocukça inançlarla, duvar kağıdının her köşesini ezberlediğim gecelere, sabahlara... Ne çok alışmışım geceyi sabah sabahı gece yapmaya...
Şimdi sesin yok buralarda. Öylesine derin, öylesine can yakan bir sessizlik etrafta. Ara ara birileri konuşuyor yanı başımda oysa ben bir tek seni duyuyormuşum, bir tek senin kelimelerini anlıyormuşum yalnızca dudaklarına bakıp...
Hatırlıyor musun, gitme demiştim sana. Bir adım öteye bile gitme demiştim... Orada, hep olduğun yerde, en yakınımda yanı başımda kal demiştim. Söz vermiştin sen de bana, inanmıştım.
Küçüktüm ben, yürüdüğün yola yetişemeyecek kadar küçük. İlk kez düştüğümde ayaklarının ucuna kızarmıştı yanaklarım utançla. Gözlerine bakmak istemiştim de başaramamıştım önce. Sonra sen dikilip de karşıma, gözlerin gözlerimde, bakmıştım o anda, en derine, gözbebeklerine oradan tüm kalbine. Yaşam vardı orada, ezberim bozulmuştu benim unutmuştum tüm gerçekleğimi. Yalnız senin gerçeğin vardı artık. Yalnız sen vardın...
Gözlerin... Kısa derin çizgilerle altını çizili gözlerin... Küçüktüm ben, nasıl kapılıp gitmezdim söyle, gerçeği bulduğum o derinliğe. En başından bilmiyor  muydun  yanacağımı, en başından bilmiyordun gerçeğinde kaybolacağımı...
Uçurumdan atlarsa insan uzun sürmez boşluğa düşüşü. Üç mü beş mi 10 mu? En fazla kaç saniye alır sonsuza ulaşması? Benimki çok uzun zaman aldı. İçimdeki savaşlardan mı ayağımdaki prangalardan mı bilinmez çok uzun zaman aldı yere çakılıp da uykumdan uyanmam.
Uyandığımda yoktun sen, bunu da biliyordun elbette...
İzin verirler miydi? Esaretimden vazgeçip de geldiğimde sana, hazırım dediğimde umutla sen aynı esaretin içindeydin ya hani yıkılmadım o zaman da. Ah bu içimdeki bitmez umut öylesine sarmış ki tüm benliğimi yıkılmadım işte... Biter sandım, biter gider... Olur sandım, rüyalar gerçek olur sandım...
Zordu karar vermek, o küçük kızın büyümesi için çok zaman geçmesi gerekti. Kime anlatırdım ki bir mevsimde büyüdüğümü, bir mevsimde ruhumun nasıl da yaşlandığını...
Utancın tüm bedenime yayıldığı o anda, yanaklarım alev alev yanarken ve sen meydan okur bir edayla karşımda dikilip düştüğüm yerden beni kaldırmak için elini uzatırken, o an karar vermiştim ben, gözünde bir ışık olmaya. Baktığında bana, gözlerinin içini güldürmeye...
Zaman yetmez derdin hep, korkardın belki de. Zincirinden çıkıp kaderin birleştirsek yollarımızı kalır mıydık bir arada sorardın hep. O zaman veremezdik de cevapları, şimdi keşke hiç öğrenmeseydim diyorum o cevapları...
Hep aynı saatlerde uyanıyorum şimdilerde. Sanki sözleşmişçesine aynı saatlerde. Hep aynı yerde gözlerim, dedim ya çocukça umutlarla besliyorum yüreğimi. "Çocuk, özledim seni" derdin bazen, tarifi zor bir güven dolardı önce içime. Öylesine çok anlam yüklerdim ki bu üç kelimeye. Baba gibi, abi gibi, dost gibi ama en çok sevgi gibi gelirdi bana...
Yaşanmışlıkları biriktirmiştin sen, benim daha sayfalarım bomboşken. Gözlerinin altındaki o çizgiler yaşlılıktan mı sanıyorsun sen, anıların yolları onlar. Her biri ayrı hatıralara çıkan sokaklar onlar. Dile gelseler konuşacaklarmış gibi bakarlar. Hatıraların onlarcasını biriktişmiştin sen... Bundandı belki de sana böylesine tutkum, anlam veremediğim zaafım. Yıllarca beslediğim çocuk hırsım...
Seninle yürüdüğüm sokaklardan yürüyorum şimdilerde, sanki hepsi yabancı bana. Köşeyi döndüğümde ne göreceğimi bilmiyormuş gibi yürüyorum o sokaklardan. Her sokağın sonu aynı hatıralara çıkıyor oysa. Sen gittiğinden beri seninle orada buluşuyorum ben, sokaklara kazınan hatıralarda...
Geceleri çoğu zaman kokunu özlüyorum uykumun arasında. Sanki az önce ayrılmışçasına sen yanı  başımdan, burnumun ucunda duyuyorum o bildik kokuyu. Derin derin çekiyorum içime. Zaman hep azdı bize, hep sınırlar vardı, hep gidelecek yerler, dönülecek evler... Şimdi anlıyorum ki hiç doyasıya içime çekememişim o kokuyu tıpkı doyasıya bakamadığım gözlerin gibi o da yarımmış anılarımda.
Ne çok severdim yüzüne bakmayı, en çok da sen uyurken. Sen hiç bilemedin ama, ezbere bilirdim yüzünü, saçlarınının bitip de hayranı olduğum o gözlerinin başladığı yeri, dudaklarını, dudaklarının bittiği yeri, sırf ben seviyorum diye kesmeye kıyamadığın sakalını. Sahi şimdi de öyle mi? Geçirdiğin yıllara inat çocuksu kıvrımını kaybetmeyen dudaklarını çevreleyen serseri sakalın, hiçbir zaman aynı yere bakamayan aceleci gözlerin, yaramazlık yaptığını haykıran tebessümün hala aynı mı? O bildik, o tutkunu olduğum yüz hala aynı mı?
Yoksun ya şimdi, ben tutunmaya çalışıyorum hayata.
Anlamam gerekenleri çoktan anlamış, kabullenmem gerekenleri kabullenmiş direniyorum ben.
Ömrümün dönüşü olmayan en zor yolundayım ben. O küçük kız hala içimde, bazen kollarınla sımsıkı sarmanı özlüyor sadece. Çoktan vazgeçtim kurulan tüm hayallerden, seninle yalnızca gerçeği yaşadım ben, gerçeğim bu defa da buysa eğer kabulüm...
Yeter ki kocaman yürekli adam sesini ver bana, devam edebilmek için, arkamda bırakıp adım atabilmek için sesini ver bana...



Ben böyle anlatırdım küçük kızla yıllarını tüketmiş adamın hikayesini...

14 Ekim 2010 Perşembe

*Karar

Düşünüyordu, gözlerini yerdeki siyah beyaz karolara dikmiş bir eli başında. Sanki dayanılmaz olan ağrısına son verecekmiş gibi sıkıyor hırsla alnını. Bir eli göğsünde, kim bilir belki de sızlayan kalbini sakinleştirmek amacı. Gözlerindeki çizgiler daha bir derin o anda. Güneş güne vedaya hazırlanırken son ışığını odaya, yorgun yüzüne gönderiyor adeta. Vuran ışıkla daha bir belirgin şimdi hüznü. Az önce tüketmişçesine gözyaşlarını hala ıslaktı çökmüş yanakları. Nasıl da haykırıyorlardı yılların ağırlığını avaz avaz...
Sessizlik... Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelen uzun sessizlik...
Duvardaki aile yadigarı saat, perdeler, koltuklar, duvarlar birlikte susuyorlardı bu defa. Sözleşmişçesine hep bir ağızdan susuyorlardı...
Yalnız nefesi duyuluyordu ara ara. Bir türlü yatışmazdı ya gücü kalmayınca daha fazla nefesi de yavaşladı aniden. Öylece yığıldı işte az sonra kalkacakmış gibi eğreti oturduğu ahşap sandalyeye. Akşama hazırlanırken şehir onun hazırlığı gelecek tüm güzel akşamları kaybetmeye...
Kabullenişler huzur getirir derler ya hani, çalkalanan kapkara deniz gibiydi içi. Karanlığında dalgaların yitip gitme korkusuyla çırpınıyordu kalbi çıkabilmek için savaşından...
Daha geç defa yırtıp her bir sayfayı yeni sayfalar açacaktı önüne? Kaç defa daha baştan başlamak üzere atacaktı adımlarını? Yetmemiş miydi her defasında yeni yollara vurmak kendini, yetmemiş miydi parçalanıp,her biri parçasını geçmişin ayrı köşelerinde yitirip gitmeleri?...
Ne beyaz ne siyah. Tüm sınırlarını tüm netliğini kaybetmişti şimdi.
Dayanılmaz olan ağrısı da dinmiyordu bir türlü, iki eliyle sıktı bu defa alnını, şakaklarını... Gözleri hala aynı noktada omuzları daha bir çökmüş...
Bir karar vermen gerekir ya bazen hızla, daha fazla vakit yoktur beklemeye. Geç kalacaksındır her şeye. Karar verme zamanıydı şimdi. Beklemek için, durmak için vakit yoktu daha fazla.
Ya vazgeçecekti her şeyden, kabullenip yenilgiyi, dönüp arkasını giden her şeyle birlikte gömülecekti karanlığa ya da zor olacağını bile bile fırtınanın içinde yürüyecekti korkusuzca.
Hangi gün geceye kavuşmadı ki hayatta?
Hangi bahar kışa bırakmadı yerini?
Hep böylesine şiddetli miydi rüzgar? Hep böylesine çıplak mıydı gölgesinde büyüdüğün ağacın yaprakları?
Daha önce sarmadı mı yaralarını zaman?
Geçmez mi,bitmez mi son bulmaz mı tersine tersine gidiş?
Yolun sonunda yok mudur bir ışık?
Kaldırdı gözlerini, sessizliğin dövdüğü duvarlarda gezdirdi önce sonra ayağa kalktı. Yıllardır oturuyordu sanki, beceriksiz birkaç adım attı pencereye doğru. Bir anlık kararsızlıktan sonra pencereyi açtı yavaşça.
Derin, çok derin bir nefes ardından.
Bir karar vermişti o an. Yüzüne vuran soğukla titredi hafifçe.
Silindi tüm griliği benliğinin.
Yürüyecekti, yolun sonunda ışığın olduğunu düşünerek inançla. Fırtınanın dineceğini düşünüp gemiyi terk etmeden korkusuzca...
Yelkovanla akrep hep aynı saati göstermez ki...

13 Ekim 2010 Çarşamba

*Bitti, gitti, yitirildi...

Seni, onu, beni anlatan bir mektup bu. Hayatlarımızda yalnızca bir defa da olsa bir yerlerde karşılaştığımız o tanıdık duygular... Anlatmanın zor olduğu anlar için...

Henüz vakit varken, kalan nefesleri de tüketmemiş, son kalanı da kaybetmemişken bir mektup yazmak istedim, sana ona herkese... Okuyacak birilerine ya da sadece birine...
Takvime ilişiyor gözüm, nasıl da hızla geçmiş zaman ilk günden bugüne. İlk darbeyi aldığımızdan bu yana kaç yaprak böyle savrulup gitti. Şimdi dönüp bakınca her saniyesini tüm ağırlığıyla tekrar tekrar yaşayabilmek öylesine garip ki. Halbuki derler ki alışır insan, nelere alışmıyor ki. Sabrını verir inandığın o güç, dayanırsın parça parça olsa da yüreğin. Derler ki ölümü bile taşır kalbin, en iyi ilaçtır zaman.
Ya geçen zaman öncekileri unutturup yenilerini seriyorsa önüne?...
Hiçbir şeye hazırlıklı olmamak... Olmazmış, yaşanmazmış sanmak. İçinde yaşadığın o korunaklı fanus kırıldığı anda hissettiğin o sızı. Anlatılmaz ki bu kıyım, nasıl kaybettiğin tebessümlerini, çocuk bakışlarının nasıl da fotoğraflarda bir hatıra olarak kaldığı.
Daha dün kapının önünde bebekleriyle oynayan kız sen değil miydin oysa?
Tek korkun elindeki şekerlemelerin hemen bitmesiydi belki, o çok sevdiğin siyah tokalı rugan ayakkabıların zarar görmesi belki de...
Ne zaman böyle büyüdün sen? O çizgiler hani sıkıldığında gözlerinin kenarında beliren o çizgiler ne zaman yerleştiler oraya? Böylesine ansızın mı oldu her şey. Geceden sabaha ne değişti buralarda.
Bitmez dediklerin bitmedi mi? Gitmez dediklerin gitti sen kalakalmadın mı öylece?
Anlatılmaz ki bu yaşanan...
Tanıdık öfkeler. Bir suçlu aramak ne kadar kolay oysa. Sen yaptın, o yaptı biz yaptık... Olan oldu işte yıkıldı kumdan kaleler... Sen büyüdün artık. Bir gecede büyümek zorunda bırakıldın sen. Ölüme bile alıştıran zaman seni her defasında bir parça daha azaltarak alıştırmadı olanlara, izin vermedi yüreğinin taşlaşmasına. Bir türlü güçlü olamadı yüreğin senin. Zaman izin vermedi buna.
Ayaktaydık oysa, herkes gibi ayakta. Nefes alıyorduk çünkü hala. O son nefes çıkmadıkça içimizden ayakta kalmak zorundaydık. Bir tiyatro oyunu başladı ardından. Sahne senin. Roller dağıtılmış bir bir sorgusuz, sualsiz. Gül dediler, konuş. Ağlama dediler, hayır kalk ayağa. Sahne senin, oynuyorsun işte perdenin ne zaman kapanacağını bilmeden.
Tek tek yitirdin her şeyi. Hani belki bir anda vursa yüreğini daha kolay olurdu kabullenmesi.
Oysa alışmışlıklar vardı orada, hatıralar, çocukluğun gençliğin... Seni sen yapanları yitirirsen, birileri çekip alırsan elinden tüm anılarını ne kalır ki senden geriye? Küçük fotoğraf karelerine sığdırılmış, neye yarar? Dört duvarında kahkahalarını, gözyaşlarını, kavganı, sevgini, acını sırrını bıraktığın, "sen" olanı elinden alırlarsa söyle neye yarar? Kimse söylememişti oysa, bir gün beklemediğin anda ayağın kayabilir diye, beklemediğin anda tüm bedenin sarsılırken hıçkırıklarla hiçbir sözcükle tarif edemezsin yaşadığını, gözlerin çaresizliği haykırır diye...
Bilseydik belki böyle acıtmazdı yitirilenler... Öylece gidiyor hepsi bir bir, ardından bakıp yalnızca veda edebiliyorsun içten içe bir öfkeyle. Her şeyi bir oyun sandığın o zamandan bu zamana değişti çok şey. Aslında oyundan çok bir savaş olduğunu anladığın gün sen de hazırdın artık kuşanıp cesaretinle inancını ardı ardına göğsüne darbe yemeye.
Ama şimdi koskoca meydanın ortasında kan revan içinde ayağa kalkmaya çabalarken, savaşın hiç bitmeyeceğini anlatan o uğultu kulaklarımda. Uzakta bir yerlerde hala devam ediyor savaş ve gitgide yaklaşıyor uğultu. Seyirciler var bir de. Onlar için her şey yine de bir oyun. Kimi havaya yayılan bu acının kasvetinden dem vuruyor, kimi birilerini delik deşik eden acıya, yenilgiye alkış tutuyor.
Gecenin bir yarısı uyandığın kabus gibi bitiverecek sanıyorsun, şimdi uyanıp karanlığın içinden ışığa bakacak gözlerin sanıyorsun. Oysa zamanı belirsiz bir kabusun içinde olmak gibi her şey. Gözlerin ışığa bakamıyor uyanıp da. Derin bir oh çekip rüyaymış diyemiyor dilin... Sıkışıp kaldığın karanlığın içinde birileri bir şeyler sana yolu gösterecek diye bilmediğin yollarında kayboluyorsun zamanın. Hiç bilmediğin sokaklara girip ışığı arıyorsun sen... Sesler geliyor bir yerlerden, duyuyorsun aslında oysa ne kadar da uzaktalar. Koşuyorsun sen bilmediğin yollarında zamanın...
Ve oyununu oynuyorsun, gül diyorlar, durma koş diyorlar... Perdenin kapanacağı anı oyuncular bilmiyor bu defa. Sen yalnızca oynuyorsun...



Minik adamlarım

Yalnız...

Yükseliş*

Huzur

...

Balıkçı

"İstanbul"

"uzağa,daha uzağa..."

"Ufaklık"

"eski..."

"saklı..."

"Huzur"

"çocuk olmak"

"geride kalan..."

"mutluluk"

"bekleyiş"

"nostalji"