Pages

13 Ekim 2010 Çarşamba

*Bitti, gitti, yitirildi...

Seni, onu, beni anlatan bir mektup bu. Hayatlarımızda yalnızca bir defa da olsa bir yerlerde karşılaştığımız o tanıdık duygular... Anlatmanın zor olduğu anlar için...

Henüz vakit varken, kalan nefesleri de tüketmemiş, son kalanı da kaybetmemişken bir mektup yazmak istedim, sana ona herkese... Okuyacak birilerine ya da sadece birine...
Takvime ilişiyor gözüm, nasıl da hızla geçmiş zaman ilk günden bugüne. İlk darbeyi aldığımızdan bu yana kaç yaprak böyle savrulup gitti. Şimdi dönüp bakınca her saniyesini tüm ağırlığıyla tekrar tekrar yaşayabilmek öylesine garip ki. Halbuki derler ki alışır insan, nelere alışmıyor ki. Sabrını verir inandığın o güç, dayanırsın parça parça olsa da yüreğin. Derler ki ölümü bile taşır kalbin, en iyi ilaçtır zaman.
Ya geçen zaman öncekileri unutturup yenilerini seriyorsa önüne?...
Hiçbir şeye hazırlıklı olmamak... Olmazmış, yaşanmazmış sanmak. İçinde yaşadığın o korunaklı fanus kırıldığı anda hissettiğin o sızı. Anlatılmaz ki bu kıyım, nasıl kaybettiğin tebessümlerini, çocuk bakışlarının nasıl da fotoğraflarda bir hatıra olarak kaldığı.
Daha dün kapının önünde bebekleriyle oynayan kız sen değil miydin oysa?
Tek korkun elindeki şekerlemelerin hemen bitmesiydi belki, o çok sevdiğin siyah tokalı rugan ayakkabıların zarar görmesi belki de...
Ne zaman böyle büyüdün sen? O çizgiler hani sıkıldığında gözlerinin kenarında beliren o çizgiler ne zaman yerleştiler oraya? Böylesine ansızın mı oldu her şey. Geceden sabaha ne değişti buralarda.
Bitmez dediklerin bitmedi mi? Gitmez dediklerin gitti sen kalakalmadın mı öylece?
Anlatılmaz ki bu yaşanan...
Tanıdık öfkeler. Bir suçlu aramak ne kadar kolay oysa. Sen yaptın, o yaptı biz yaptık... Olan oldu işte yıkıldı kumdan kaleler... Sen büyüdün artık. Bir gecede büyümek zorunda bırakıldın sen. Ölüme bile alıştıran zaman seni her defasında bir parça daha azaltarak alıştırmadı olanlara, izin vermedi yüreğinin taşlaşmasına. Bir türlü güçlü olamadı yüreğin senin. Zaman izin vermedi buna.
Ayaktaydık oysa, herkes gibi ayakta. Nefes alıyorduk çünkü hala. O son nefes çıkmadıkça içimizden ayakta kalmak zorundaydık. Bir tiyatro oyunu başladı ardından. Sahne senin. Roller dağıtılmış bir bir sorgusuz, sualsiz. Gül dediler, konuş. Ağlama dediler, hayır kalk ayağa. Sahne senin, oynuyorsun işte perdenin ne zaman kapanacağını bilmeden.
Tek tek yitirdin her şeyi. Hani belki bir anda vursa yüreğini daha kolay olurdu kabullenmesi.
Oysa alışmışlıklar vardı orada, hatıralar, çocukluğun gençliğin... Seni sen yapanları yitirirsen, birileri çekip alırsan elinden tüm anılarını ne kalır ki senden geriye? Küçük fotoğraf karelerine sığdırılmış, neye yarar? Dört duvarında kahkahalarını, gözyaşlarını, kavganı, sevgini, acını sırrını bıraktığın, "sen" olanı elinden alırlarsa söyle neye yarar? Kimse söylememişti oysa, bir gün beklemediğin anda ayağın kayabilir diye, beklemediğin anda tüm bedenin sarsılırken hıçkırıklarla hiçbir sözcükle tarif edemezsin yaşadığını, gözlerin çaresizliği haykırır diye...
Bilseydik belki böyle acıtmazdı yitirilenler... Öylece gidiyor hepsi bir bir, ardından bakıp yalnızca veda edebiliyorsun içten içe bir öfkeyle. Her şeyi bir oyun sandığın o zamandan bu zamana değişti çok şey. Aslında oyundan çok bir savaş olduğunu anladığın gün sen de hazırdın artık kuşanıp cesaretinle inancını ardı ardına göğsüne darbe yemeye.
Ama şimdi koskoca meydanın ortasında kan revan içinde ayağa kalkmaya çabalarken, savaşın hiç bitmeyeceğini anlatan o uğultu kulaklarımda. Uzakta bir yerlerde hala devam ediyor savaş ve gitgide yaklaşıyor uğultu. Seyirciler var bir de. Onlar için her şey yine de bir oyun. Kimi havaya yayılan bu acının kasvetinden dem vuruyor, kimi birilerini delik deşik eden acıya, yenilgiye alkış tutuyor.
Gecenin bir yarısı uyandığın kabus gibi bitiverecek sanıyorsun, şimdi uyanıp karanlığın içinden ışığa bakacak gözlerin sanıyorsun. Oysa zamanı belirsiz bir kabusun içinde olmak gibi her şey. Gözlerin ışığa bakamıyor uyanıp da. Derin bir oh çekip rüyaymış diyemiyor dilin... Sıkışıp kaldığın karanlığın içinde birileri bir şeyler sana yolu gösterecek diye bilmediğin yollarında kayboluyorsun zamanın. Hiç bilmediğin sokaklara girip ışığı arıyorsun sen... Sesler geliyor bir yerlerden, duyuyorsun aslında oysa ne kadar da uzaktalar. Koşuyorsun sen bilmediğin yollarında zamanın...
Ve oyununu oynuyorsun, gül diyorlar, durma koş diyorlar... Perdenin kapanacağı anı oyuncular bilmiyor bu defa. Sen yalnızca oynuyorsun...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder




Minik adamlarım

Yalnız...

Yükseliş*

Huzur

...

Balıkçı

"İstanbul"

"uzağa,daha uzağa..."

"Ufaklık"

"eski..."

"saklı..."

"Huzur"

"çocuk olmak"

"geride kalan..."

"mutluluk"

"bekleyiş"

"nostalji"